Amerika Birleşik Devletleri’nin Latin Amerika Politikasının Tarihsel Gelişimi
ABD dış politikası genel manada bölgelere ve zamana bağlı olarak farklılık arz etmektedir. Bu politika 19. yüzyılın başlarından itibaren Monroe Doktrini ile şekillenirken Soğuk Savaş boyunca da çeşitli doktrinlerle biçimlenmeye devam etmiştir. Diğer sistemlerle kıyaslandığında ABD dış politikasının belirlenmesinde devlet yapısının önemi oldukça fazladır. ABD siyasi sisteminde Başkan, Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı, CIA, lobi grupları ve iç-dış ilgi grupları dış politikanın belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu bağlamda ABD birçok coğrafyada çıkarları doğrultusunda dış politikasını şekillendirirken bazı bölgelerde genel hatlarıyla müdahaleci bir yöntem izlemiştir. Bu politikanın hedef bölgelerinden birisi de ABD’nin güneyinde yer alan Latin Amerika ülkeleridir. Bu ülkelerden Meksika, Brezilya ve Arjantin Latin Amerika nüfusunun üçte ikisini oluştururken geri kalan nüfusun çoğunluğunu da Venezuella ve Kolombiya oluşturmaktadır. ABD’nin Latin Amerika politikasının tarihsel süreci incelendiğinde yaklaşık 200 yıllık bir geçmişe dayandığı görülmektedir.
Günümüzde de bu bölgede varlığını devam ettiren ABD, Latin Amerika politikasında Monroe Doktrini temel rehber almıştır. 1823 yılında sömürgeci Avrupa devletlerine karşı ilan edilen doktrin Latin Amerika kıtasının koloni yapılmasına karşı çıkarken bölgeyi ABD’nin etki alanına dahil etmiştir. Bunun sonucunda ABD sınırlarını başta Meksika olmak üzere Latin Amerika ülkelerinden kimi zaman savaşarak kimi zaman da toprak satın alarak genişletme yoluna gitmiştir. Müteakip yıllarda ise izlediği bu yayılmacı politikayı bırakarak askeri, ekonomik ve siyasi müdahaleler şeklinde farklı politikalar geliştirmiştir. Soğuk Savaşın başlamasıyla kıtadaki ABD ilgisi Sovyet politikaları çerçevesinde şekillenmiş, Soğuk Savaş boyunca Güney Amerika ve Karayipler’de Sovyetler tehdidine karşı Ulusal Güvenlik Konseyi Raporu (NSC 68) çerçevesince dış politika belirlenmiştir. Bu dönemde ABD’nin bölgede amacı SSCB’nin ideolojik yayılmasını engellemek ve bunun yanında ekonomik yatırımlarının güvenliğini sağlamaya çalışmak olmuştur. Soğuk Savaştan sonra ise ABD’nin tek süper güç kalmasıyla Latin Amerika ilgisi azalmıştır. 2000’li yıllarla birlikte bölgeye olan ilgi tekrar artmış fakat 11 Eylül saldırıları bu ilginin başka bölgelere kaymasına yol açmıştır. Bu değişimlerde ABD'nin pragmatist yapısı ön plana çıkmaktadır. Dış politikadaki bu paradigma değişikliklerine rağmen demokrasi ve insan hakları gibi kavramları savunan ABD’nin Latin Amerika’da genel olarak müdahaleci bir politika izlediğini söylemek doğru olacaktır. Dolayısıyla ABD, çıkarları ve menfaatleri söz konusu olduğunda ortaya çıkan sorunları çözmek için müdahale etmekten kaçınmamıştır.
ABD Latin Amerika ülkelerine siyasi ve askeri olarak müdahale edebilmek için çoğunlukla bu ülkelerin ordularını kullanmıştır. 20. yüzyılın başlangıcından bu yana Latin Amerika’da ABD desteğiyle 40’dan fazla hükümet ordu aracılığıyla devrilmiş zaman zaman da seçimler sabote edilmiştir. ABD Latin Amerika’ya ordu haricinde ekonomik yollarla da müdahalede bulunmuş, özellikle sermaye sahiplerini destekleyerek onların aracılığıyla hükümetler üzerinde baskı oluşturmuştur. Bu dönemde Sovyet ideolojisi karşıtı propaganda aracı olarak kullanılan medyanın da önemli bir müdahale aracı olduğu ortaya çıkmıştır.
Sömürgecilik Mirası Bolivarcılık Latin Amerika ülkeleri arasındaki dilsel, ekonomik, siyasal ve kültürel yakınlıklar, kıtanın ortak tarihsel deneyimlerinin birikimi ve mirasıdır. Kıtanın adı bu ülkeler arasındaki dilsel yakınlığa işaret eder. Latin kökenli dillerin (İspanyolca, Portekizce ve Fransızca) resmi dil olması nedeniyle Amerika kıtasının 20 ülkesinin genel adı “Latin Amerika” olarak kabul edilmiştir.27 Dolayısıyla, Latin Amerika kıtasının ortak geçmişinin merkezinde sömürgecilik deneyimi vardır. Sömürgecilik mirası kıtada bölgesel bir anlayışın yerleşmesine ve Bolivarcı anti-emperyalist harekete zemin hazırlamıştır. Sömürge dönemi (1492-1830) kıtadaki toplumsal ilişkileri köklü biçimde dönüştürdü. Sömürgeciler kıtanın doğal kaynaklarını Avrupa’ya etkin bir biçimde taşıyabilmek için merkezi bir iktidar kurdular.28 Milyonlarca yerliyi öldürüp, biat edenleri köleleştirdiler. Yerli nüfusun kıyımıyla ortaya çıkan işgücü açığı Afrika’dan getirilen kölelerle telafi edildi.
29 Bu süreçte, yerli halkların daha iyi kontrol edilebilmesi, merkezi iktidarın ulaşamadığı bölgelerde olası ayaklanmaların bastırılması ve emek gücünün düzenlenmesi amacıyla yerli halkların yerel liderlerini (cacique) kendi yanlarına çektiler. Sömürgecilik deneyimi kıta nüfusunu iki gruba böldü: iber yarımadasından gelip sömürge topraklarına yerleşenlerin (peninsular) soyundan gelen mestizolar ve Amerikalı ve Afrikalı yerli nüfus.Sömürge yıllarında, mestizoların görece modern kent nüfusunu oluşturduğu, yerli grupların ise daha geleneksel kır hayatı koşullarında yaşadıkları söylenebilir. Bu bölünme sömürge sonrası toplumsal ilişkileri de büyük ölçüde belirlemiştir. İspanyol kökenli yerel liderler (criollo) ve caciqueler zamanla yerli halkların kolektif topraklarını (ejido) çitleyip üzerinde büyük çiftlikler (hacienda) kurdular.
Diğer yandan criollolar özellikle madencilik ve ticaret gibi ekonominin anahtar sektörlerini kontrolleri altına aldılar. İberya krallıkları, merkezi üst düzey bürokratik görevlere criolloları değil peninsularları getirirken, criollolar, 17. yüzyılın sonuna doğru, özellikle yerel ve bölgesel hükümetlerde ve cabildolarda siyasi kadroları ele geçirmeyi başardılar. Ancak hem ekonomik hem de politik iktidarı yavaş yavaş ele geçiren criolloların peninsularlara karşı yürüttükleri iktidar mücadelesi, İberya krallıklarının zayıflaması ile birlikte bağımsızlık mücadelelerini tetikledi. Criollolar, caciqueler ile işbirliği içinde, yerli halkları sömürgecilere karşı ayaklanmaları için örgütlediler ve onlara önderlik ettiler. Napolyon’un ordularının önce Portekiz’i (1807) sonra İspanya’yı (1808) işgaliyle birlikle caudillolar -bağımsızlık savaşlarının askeri criollo liderlerine caudillo adı verilir- sömürgeci kuvvetlere karşı ayaklandılar; yerel meclisler sömürgeci krallıkları tanımadıklarını teker teker ilan ettiler.
Kıtanın halkları 1800’lerin ilk çeyreğinde seferber olup, kanlı mücadelelerin ardından 1830’lu yıllarda arka arkaya bağımsızlıklarını kazandılar. Bağımsızlık mücadelesinin en önemli mirasi Bolivarcılıktır. Criollo Burjuvazisinin temsilcisi olan Simon Bolivar (1783-1830) bu savaşlarda gösterdiği kahramanlıkla kıtanın bağımsızlık sembolü olmuştur. Bolivar’a göre, kıtanın Avrupa’ya ve Birleşik Devletler’e karşı koyabilmesinin tek yolu, kıta üzerinde büyük ve güçlü ülkeler kurulması ve bu ülkelerin Avrupalılara karşı birlikte hareket etmeleridir. Kendisini diktatör olarak tanımlayan Bolivar, bu ideal uğruna bağımsızlık mücadeleleri sırasında bugünkü Peru, Bolivya, Ekvador, Kolombia, Panama ve Venezüella toprakları üzerinde Gran Colombia (Büyük Kolombia) ülkesinin kurulması için savaştı. Ekvador, Kolombia ve Venezüella’yı Büyük Kolombia altında birleştirmeyi başardı. Ancak 1830 yılında Bolivar’ın ölümünün ardından bölgesel bağımsızlık önderleri arasındaki iktidar kavgaları nedeniyle Büyük Kolombia dağıldı.
33 Bağımsızlık savaşlarının ardından Bolivarcılık, Latin Amerika ülkelerinin sömürgeciliğe/emperyalizme karşı ortak bir cephe olarak mücadele etmek zorunda olduklarını öğütleyen bir ideoloji haline gelsede, Marx’ın işaret ettiği gibi, Bolívar’ın anti-emperyalizmi yerli halkların ezilmesine ve toplumsal sınıflar arasındaki eşitsiz ilişkilere karşı bir mücadele değildi.
Sömürgeciliğin Sonu ve “Serbest” Ticaret
Sömürgeciliğin sona ermesi, ülke ekonomilerinin yabancı sermayeden bağımsızlaşması anlamına gelmedi. Latin Amerika’nın birçok ülkesinde maden işletmeleri, demir yolları ve diğer doğal kaynaklar İngiliz ve Kuzey Amerika şirketlerinin yönetimi ve işletimine verildi.Ekonomik liberalizm ideallerinin Avrupa’dan Latin Amerika kıtasına ihraç edilmesiyle birlikte, Latin Amerika bu kez serbest ticaret yoluyla kapitalist ekonomiye eklemlendi. Latin Amerika hükümetlerinin dış borçlanma bağımlılığı işte bu yıllarda başlar. Ulusal ekonomilerini dış borçlanma ile destekleme yoluna giden hükümetler -özellikle Şili, Arjantin, Peru ve Meksika- İngiltere finans piyasasının ilk sıradaki müşterileri oldular.Bağımsızlık, criollo burjuvazisinin önderliğinde yapılan bir mücadelenin eseri olduğundan bu sürecin sonunda kıtada sömürünün ve eşitsizliklerin sona edeceğini beklemek de gerçekçi değildi.
Bağımsızlık savaşlarının kazanılmasıyla ne Brezilya’da ne de eski İspanya sömürgelerinde en fakir sınıfların hayatlarında bir iyileşme yaşandı. Öyle ki, kölelik bile Küba ve Porto Riko dışında hiçbir ülkede 1850’lere kadar kaldırılmadı. Sanayileşen Avrupa’dan gelen talebi karşılayabilmek için, tarımsal üretimi ve ihracatı artırmak isteyen hükümetler, yerli halkların elinde kalan ejidoların, verimlilik ve ölçek ekonomisi ilkelerinden hareketle, zengin criolloların mülkiyetinde toplanmasını sağladılar.38 Öte yandan tarım mallarını ve diğer ham maddeleri Avrupa pazarlarına ulaştıran yerel bir ticaret burjuvazisi gelişmeye başladı. İthalat artışı bu sınıfların gelişmesine imkan verirken, artan bu zenginliğin nüfusun büyük bölümünde hiçbir olumlu etkisi olmadı. Topraksız kalan yerliler şehirlere göçüp esnaf ve zanaatkâr olarak atölyelerde, küçük sanayi işletmelerinde -örneğin tekstil-, yabancı sermayeye ait maden ocaklarında, demiryolu inşaatlarında ve tersanelerde çalışmaya başladılar. Özellikle 1917-1927 arası, Latin Amerika’nın birçok ülkesinde işçi mücadelesinin güçlendiği yıllardır. 1917 Bolşevik Devrimi’nin de etkisiyle yükselen anarşist ve sendikalist hareketler ile maden işçileri önderliğinde örgütlenen kitlesel eylemler ve genel grevler, Latin Amerika başkentlerini sarsmaya başladı Bağımsızlığın kazanılmasının hemen ertesinde hiçbir sınıf veya fraksiyon kitlesel hareketler üzerinde hegemonyasını kurabilecek bir güce sahip değildi. Bu sebeple iktidarın merkezileşmesi zaman aldı. Bu sürece damgasını vuran gelişme, bağımsızlık savaşının criollo liderlerinin bölgesel düzeydeki mücadeleleri oldu. Bu dönemde ekonomi, criollo oligarkların, tacirlerin ve yabancı sermayenin kontrolündeki bölgesel pazarlar üzerinden işledi. Bölgesel iktidar mücadeleleri, ülkelerin askeri bürokrasilerinin güçlenmesine neden oldu. 1900-1930 yılları arasında hem ulusal ekonomi, hem siyasi iktidar hızla merkezileşti ve devlet burjuvazisi oluşmaya başladı.
Ekonomik iktidar sahibi sınıfların uzlaşabilme kabiliyetleri, birçok ülkede -Meksika başta olmak üzere, Venezüella, Peru, Brezilya ve Arjantin- çoğunlukla ordu kökenli diktatör liderlerin başa geçmesinin nedeni olarak gösterilebilir. Özellikle büyük toprak sahipleri ve askeri bürokrasinin üst kademeleri, zamanla merkezdeki devlet kadrolarını ele geçirip yerel iktidarı kontrol altına aldılar. Örneğin Brezilya’da, Portekiz’den bağımsızlık yalnızca sömürgecilerle Portekiz krallığı arasındaki ilişkileri sona erdirdi fakat bağımsız bir monarşi kuruldu. Kıtanın diğer ülkelerinde de yabancı sermayenin, ticaret burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını koruyan despotik iktidarlar başa geldi. Sonuçta, bu üçlü ittifak sömürü araçlarını İspanya ve Portekiz krallıklarından devralmış oldu.
Ulusal Kalkınmacılık ve Popülizm 1930 Büyük Buhranı kapitalist ekonomiye tarım ve ham madde ihracatı ile eklemlenen Latin Amerika ülkelerinin ekonomilerinde derin bir kriz yarattı. Krizin etkisi ile güç kaybeden serbest ticaret ve liberalizm yanlısı kadroların yerini ekonomik bağımsızlık ve ulusal ekonominin güçlenmesini savunan yapısalcı ekonomistler aldı. Büyük Buhran’ın ve daha sonra İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, düşen ihracat gelirleri nedeniyle ECLA’nın çerçevesini çizdiği içe dönük kalkınma stratejileri ve ithal ikameci sanayileşme önem kazandı. Kapitalizmin bu yapısal krizini takiben, devletin ekonomik alana ithal ikameci sanayileşme politikaları ile müdahaleleri ve toplumsal ilişkileri düzenleme stratejileri popülist devlet formunda şekillendi.43 Popülizmin Latin Amerika’daki başlıca örnekleri Brezilya’daki Getúlio Vargas (1930-1945), Meksika’daki Lázaro Cárdenas (1934-40), ve Arjantin’deki Juan Perón (1946-1955) rejimleridir. Şili, Peru, Guatemala, El Salvador, Küba ve Honduras’da da askeri ve sivil iktidarlar benzer popülist politikaları benimsediler.
Popülist rejimlerin ekonomi politikaları hakkındaki külliyat daha çok ekonominin millileştirilmesine vurgu yapar. Birçok Latin Amerika ülkesi ulusal ekonomilerinin yabancı sermaye kontrolünden görece bağımsızlaşması yolunda millileştirme politikaları uygulamışlardır. Bu bakımdan en önemli örnek, Meksika’da Lázaro Cárdenas hükümetinin ülkenin petrol kaynaklarını İngiliz şirketlerinin kontrolünden alıp kamulaştırmasıdır. İzlenen bu politikalar her şeyden önce ulusal sanayi burjuvazisinin sermaye birikimi sürecine hizmet etmiştir. İç pazara yönelik üretim yapan sermaye çevrelerinin yatırımlarının büyük kısmının kamu kesimi tarafından fınanse edilmesi ve yabancı rekabetten korunmuş bir piyasa tesisi ile sermaye birikiminin yetersizliğini gidermeye yönelik devlet müdahaleleri popülist ekonomilerin tanımlayıcı özellikleridir. Ancak, Meksika ve diğer ülkelere ilişkin veriler gösteriyor ki, tüm millileştirme politikalarına rağmen ithal ikamecilik döneminde, Latin Amerika ekonomilerinin makine ve ekipman ithalatı ve teknoloji yatırımları ile Avrupa, ABD şirketlerine bağımlılıkları devam etmiştir. İthal ikameci politikaların 1930-1960 yılları arasında sanayileşme ve büyüme üzerinde başarılı sonuçları olduysa da- özellikle Meksika, Arjantin ve Brezilya bu dönemde en çok büyüyen ekonomiler olarak gösterilirler-, bu dönemde sınıflar arası eşitsizliklerin arttığı görülüyor. Yine de bu dönemin politikalarının korporatist örgütlerde aktif rol oynayan işçi sınıfına ve devlet memurlarına imtiyazlı bir konum sağladığı söylenebilir. Ancak sanayi burjuvazisi ve yabancı yatırımcılar, devlet desteklerinin yegane alıcısı ve bu dönemin mutlak kazananları oldular. Latin Amerika ülkelerinin böylesi bir eşitsizliği nasıl sürdürebildiklerinin cevabı, popülist hükümetlerin devlet-toplum ilişkilerinde gizlidir. Popülist rejimlerde iktidar karizmatik popülist bir liderin elindedir ve rejimin istikrarını korumada ordu merkezi bir rol oynar. Hükümet toplumsal sınıflarla olan ilişkilerini korporatist temsil mekanizmaları ile şekillendirir. Bu temsil mekanizması sınıf mücadelesini dışlayan bir siyasi düzenlemedir. Kapitalist gelişmeye paralel biçimde nicelik ve nitelik olarak gitgide güçlenen sınıf mücadelesi karşısında, popülist hükümetler işçi sınıfını gerçek bir müttefik olarak değil, rejimin istikrarına tehdit oluşturabilecek bir tehlike olarak görmüşlerdir. Sanayileşmenin için toplumsal sınıfların “ulusal dayanışma” ve “ortak çıkarlar” çerçevesinde birlikte çalışması gerektiği vurgulanır. Popülist partilerin, tüm örgütleri doğrudan kontrolleri altında tutmalarından ötürü, rejim karşıtı hiçbir muhalefet güçlenememiştir. Ancak sosyalist hareketin ve işçi örgütlerinin popülist parti tekeline girmedikleri durumlarda emekçi sınıflara kazanımlar getirebileceği öne sürülebilir. Ancak Guetemala’da olduğu gibi bir popülist iktidarın sınırlarını aşıp sisteme tehdit oluşturduğu fikri hasıl olduğu anda hem hakim sınıflar hem de ABD demokratik yollarla seçilmiş lideri askeri darbe ile iktidardan indirme yoluna gittiler. Guetamala’da Albenz Guzmán’ın iktidardan indiriliş biçimi başka ülkelerde de sık sık başvurulacak bir stratejiydi.
Ekonomik Durgunluk ve Neoliberalizm
1960-80 yılları arası dünya kapitalizminin durgunluk yıllarıdır. 1960’lı yıllardan itibaren ve özellikle 1970’li yıllarda, tüm Latin Amerika ülkelerinde ithal ikameci stratejilerin karşılaştığı tıkanma, yüksek enflasyon oranları, bütçe açıkları, dış borç geri ödeme problemleri, döviz, üretim ve yatırım darboğazları olarak kendisini gösterdi. Artan ticaret açıklarının kapatma amaçlı alınan yüksek faizli ve kısa vadeli krediler, müzmin ödemeler dengesi probleminin üzerine bir de dış borç yükünü ekledi. Ekonomik krizle beraber, sınıflar arası uzlaşmanın zemini zayıfladı ve sınıf mücadelesi güçlendi. Kapitalizmin nispeten istikrarlı geçen 1930-1960 yılları arasındaki döneminde, görece yüksek düzeydeki sosyal hizmetler ve işçi ücretleri ile iyileşen yaşam şartları, durgunluk yıllarında iyice kötüye gitti ve toplumsal adaletsizlik belirgin bir hal aldı. Bununla birlikte, popülist hükümetlerin tüm sınıflara eşit mesafede durduğu ve sınıflar arası mutabakatın hakemi olduğu iddialarının gerçeği yansıtmadığı da ortaya çıkmış oldu. Ekonomik durgunluğun etkisi ile hız kazanan işçi mücadelesinin en büyük başarısı Küba’da yaşandı. 1959’da Küba Devrimi ile işçi ve köylüler emperyalizme ve onun işbirlikçisi yerli burjuvaziye karşı büyük bir zafer kazandılar ve iktidara yükseldiler. Kübalı devrimciler, diğer ülkelerin devrimcileriyle birlikte harekete geçerek emekçi sınıfları ve muhalefeti örgütlemeye başladılar. 1960’ların ilk yıllarında tüm kıtada genel grevler sıklaştı. Bu dönemde kıtanın pek çok ülkesinde emekçi sınıfların rızasına dayalı popülist rejimlerden, kaba kuvvete ve baskıya dayalı otoriter rejimlere doğru bir geçiş yaşandı.
Brezilya (1964-1989), Arjantin (1966-1983), Bolivya (1971-1984) ve Uruguay’da (1973-1985) askeri rejimler, işçi ve köylü hareketlerini kontrol altına alabilmek için baskıcı hatta imhaya yönelik yöntemler kullandılar. Bu ülkelerde, sivil rejimi sona erdiren askeri rejimlerle yalnızca örgütlü kır ve kent gerillaları mücadelelerini sürdürebildiler. Ordunun iktidara gelmediği diğer ülkelerde de Meksika’da olduğu gibi tek partili otoriter rejimler iktidardaydı. Küba’nın ardından ikinci zafer Şili’de yaşandıysa da, ABD Başkanı Richard Nixon ve büyük sermaye kısa bir süre sonra Latin Amerika kıtasının en kanlı askeri diktatörlüğünü başa getirdi. 1970’de sol partilerin Halk Birliği (Unidad Popular) koalisyonunun lideri Salvador Allende ve hükümeti, bağımsız işçi mücadelesini güçlendirmek ve emekçi sınıfları gözeten bir rejim kurmak üzere iktidara geldi. Bu amaçla hükümet, yerel ve bölgesel olarak güçlü gerilla örgütleriyle siyasi eşgüdüm sağladı. Ülkenin sermaye sınıflarına ağır darbeler vuran Allende hükümeti, ülkenin büyük sanayicilerinin ve ABD’nin işbirliği ile devrildi. 11 Eylül 1973’de General Pinochet’nin emriyle, Allende’nin ofisinin bulunduğu hükümet binası savaş uçakları ile bombalanmaya başladı. Teslim olmak istemeyen Allende, Castro’nun kendisine armağan ettiği silahla ofisinde intihar etti. Pinochet’nin iktidarda olduğu 17 yıl boyunca 3000’den fazla kişinin öldürülmesinden ve gözaltında kaybedilmesinden birinci derecede sorumlu olduğunun kanıtlanmasına rağmen, sonraki sivil yönetimler onu yargı önüne çıkarmadılar ve Pinochet, 2006’da evinde eceliyle öldü.
Küba devriminin ardından ABD’nin Latin Amerika ile kurduğu ilişki büyük ölçüde değişti. Küba devrimi gösterdi ki dengesiz diktatörler komünizme karşı mücadelede etkili olamıyorlar. Kıtadaki siyasi otoriteyi güçlendirmek amacıyla 1961 yılında John F. Kennedy’nin başlattığı “İlerleme İttifakı” (Alliance for Progress) Güney ve Kuzey Amerika arasında geniş bir işbirliğini öneriyordu. Bu işbirliği çerçevesinde kalkınma finansmanı ve sosyal reformlar için de önemli bir kaynak ayrıldı. Ulusal Güvenlik Doktrini’ni orduları içten gelecek komünist tehlikelere, ABD’yi de dıştan tehlikelere karşı gardiyan olarak tanımlıyordu. Şili’de olduğu gibi Arjantin ve Brezilya’daki askeri darbelerde de ABD’nin doğrudan desteği olduğu kabul edilir. Ancak bu süreçte ABD’nin etkisi sınırlıdır. Nikaragua, Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Küba, Guatemala ve Panama gibi küçük ülkeler dış baskılara daha açıkken, diğer Latin Amerika ülkeleri görece daha bağımsızdır. Ward’in işaret ettiği gibi komünizm, Latin Amerika sermaye sınıfında ve orta sınıflarda oldukça yaygın bir korkudur ve korkunun doğrudan ABD’nin dış politikaları ile ilişkisi yoktur.1960’larda yaşanan darbeler temel olarak iç politikanın etkileri ile gerçekleşmiştir ve ABD’nin ve soğuk savaşın etkileri ikincil kalmıştır denebilir. Dolayısıyla burjuvazi krize giren rejimi koruyabilmek için sırtını bu kez sivil iktidarlara ve bürokrasiye değil ABD desteklerine ve orduya dayamış görünüyor. Bu askeri ve otoriter rejimler yalnızca siyasi iktidar değişikliğine, bir başka deyişle devlet ile toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin dönüşümüne değil, aynı zamanda ekonomi politikalarının köklü bir biçimde dönüştüğü yıllara işaret eder. Gelişmiş kapitalist ülkeleri de etkileyen ve giderek küresel bir bunalıma doğru giden ekonomik durgunluğu aşmanın yolunu, ulusal piyasaların değişen biçimlerde uluslararası rekabete entegre olması olarak gören, dünya pazarıyla bütünleşmeye yönelik birikim stratejisinin ilk adımları, Latin Amerika’nın birçok ülkesinde namluların gölgesinde atıldı. Artık, Latin Amerika’da 1930’lu yıllardan itibaren farklı yoğunluk ve tempolarda uygulanan ithal ikamecilik sona eriyordu. 1970’lerin ortasında neoliberal politikaları benimseyen ilk ülke Şili oldu. Pinochet’yi Bolivya’da Hugo Banzer rejimi (1971-1978) ve Arjantin’li generaller izledi. Diğer ülkelerde de devlet harcamalarının azaltılmasına yönelik politikalarla birlikte neoliberalleşme başladı. Neoliberal yapısal uyum reformları Latin Amerika kalkınma okulunun ekonomi politikaları üzerindeki etkisinin büyük ölçüde zayıflamasına neden oldu.
Kriz, Sınıf Mücadelesi ve Demokratikleşme 1970’lerin sonlarında petrol fiyatlarındaki düşüş ve buna bağlı olarak Avrupa bankalarının güney ülkelerine sağladıkları finans kaynaklarının kuruması ile borç faizlerinin alınacak yeni kredilerle ödenmesi ihtimali de kalmayınca, 1980’lerin başında Latin Amerika’da borçlar krizi patlak verdi. Borçlar krizi yalnızca bir ekonomik krize değil, derin bir temsiliyet krizini de içeren bir hegemonya krizine tekabül eder.
1980’ler, sermayenin karşı karşıya kaldığı bu problemlerin çözümü için yeni bir hegemonya projesinin tanımlandığı yıllardır. Sosyal politika alanında devlet harcamalarının azaltılması, devletin küçültülmesi ve özelleştirmelere paralel olarak derinleşen sınıf mücadelesinin de etkisiyle neoliberal hegemonya devlet karşısında sivil toplumun güçlenmesi gerektiğini öğütleyen sivil toplumcu bir demokratikleşme söylemini de içerdi. Öte yandan, 1990’lı yıllarda Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde yaşanan kapitalistleşme sürecinin demokratikleşme olduğunu telkin eden sermayenin tekelindeki kitle iletişim araçları, “yeni dünya sisteminde” sınıf perspektifinden bakan her türlü toplumsal çözümün olanaksız olduğunu ilan ediyorlardı. Ekonomik çıkarların siyasi alandaki temsili için varolan mekanizmaların yeniden yapılandırılması gerekiyordu. 68 öğrenci hareketlerinin ve takip eden işçi ve köylü hareketlerinin demokratikleşme talepleri mevcut krizi derinleştirmemek için cevap verilmesi gereken talepler oldu. Aynı zamanda sermayenin bazı fraksiyonları da otoriter rejimlerin demokratik katılımı ve farklı çıkarların temsilini engellediğini iddia ederek siyasi reformlar talep ettiler. Demokratikleşme sürecinin şekillendirilmesinde burjuvazinin rolü önemlidir. Özellikle Şili, Arjantin, Brezilya ve Meksika’da yerli burjuvazi, demokratikleşme sürecinin koşullarını belirleyen temel aktörler oldular.
Seçkinler arası uzun pazarlıklar sonucu askeri diktatörlükler yerlerini sivil rejimlere bırakırlarken Arjantin (1983), Uruguay (1985), Brezilya (1989) ve Şili (1989)- Meksika gibi tek partinin iktidara sahip olduğu otoriter rejimlerde, muhalefet partilerinin güçlenebilmesi için yasal düzenlemeler yapıldı. Latin Amerika burjuvazisi neoliberal programın ilk uygulayıcısı olan askeri diktatörlüklerden biçimsel demokrasiye geçişi, programı aksatmadan başarıyla gerçekleştirdi. 1990’lar sınırları önceki askeri ve otoriter rejimler tarafından dikkatlice çizilmiş çok partili rejimler altında neoliberalizmin uygulandığı yıllardır. Arjantin’de bir zamanların devletçi Peronist partinin lideri Menem iktidarı, artık devletçiliğin değil, neoliberal politikaların uygulayıcısı oluyordu. Brezilya ekonomisi, bağımlılık ekolünün sol kanadının önde gelen ismi Fernando Henrique Cardoso yönetiminde “küresel ekonominin” ayrılmaz parçası haline geldi.51 Şili’de milyonlarca kişinin protestosu ve komünistlerin önderliğindeki gerilla hareketi cuntayı zayıflamasının ardından yaşanan sivil rejime geçiş sürecinde, iktidar neoliberal politikalarla birlikte, Pinochet cuntasından, cuntacıların yargı önüne çıkarılmamaları güvencesini veren “Concertación de Partidos” adlı Sosyalist Parti-Hıristiyan Demokrat Parti koalisyonuna, devredildi.Meksika’da ise, çok partili sistem için sağ muhalefet partisinin güçlenmesi ve demokratik rejime entegrasyonu sağlanırken, görece solda duran üçüncü parti demokratikleşme sürecinin de facto dışında tutuldu. Latin Amerika’da neoliberal politikaların uygulanmasında etkili olan aktörlere ilişkin yapılan tartışma Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası kurumlara vurgu yapar. Dani Dodrik dış borç geri ödeme sıkıntısı içinde ülkelerde neoliberal politikalar Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) aracılığıyla 1980’li ve 90’lı yıllarda uygulanmaya başlandığını; bir anlamda neoliberal politikaların bu uluslararası finans kurumları yoluyla gelişmekte olan ülkelere ithal edilmiş olduğu öne sürer.Uluslararası kurumlara yapılan bu vurgu dışsal baskıları hükümetlerin siyasa yapım sürecinde tek etkili faktör olarak görüp, içsel ve dışsal faktörlerin bu dönüşümleri nasıl birlikte belirlediğinin anlaşılmasını engelliyor. Burada değişim gerekliliğinin yalnızca söz konusu finans kurumları tarafından savunulmadığının, ulusal düzeyde de bu değişimi talep eden sermaye sınıflarının olduğunun altını çizmek gerekiyor. Şili’de demokratik sistemin bürokratlar ve siyasetçiler üzerinde kurabileceği baskılardan bağımsız olarak, askeri rejimin gölgesinde uygulanmaya konulan neoliberal politikalar büyük sanayicilerin tercihleri doğrultusunda Şikago Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora eğitimi almış Şili’li ekonomist teknokratlar tarafından (Şikago oğlanları) şekillendirdi.
Meksika’da kuzey sermayesi olarak bilinen grupların belirleyici olduğu koalisyon 1970’lerin sonlarından itibaren hükümete baskı yapmaya başladılar.Arjantin’de neoliberal politikalar hem büyük sanayiciler hem de serbest ticaretten zarar görmesi muhtemel küçük sanayiler tarafından talep edildi.Neoliberal dönüşümün diğer Latin Amerika ülkelerine kıyasla daha geç yaşandığı Brezilya’da ancak 1980’lerin sonlarında sanayiciler destek verdiğinde uygulanmaya başladı. Neoliberal dönemde kalkınma merkezli politikaların yerini büyüme merkezli politikalar alsada, Latin Amerika deneyimi gösteriyor ki, neoliberalizmin ekonomik büyümeyi sağladığı iddiaları temelsizdir.58 1990’larda 3.5 olarak kaydedilen ortalama büyüme oranları bu dönemdeki nüfus artışı dikkate alındığında yüzde 1.8’e kadar geriliyor.59 Bu yıllarda Latin Amerika ülkeleri arasında yalnızca Arjantin, Şili ve Uruguay 1950-80 dönemindeki ortalama büyüme oranlarından daha hızlı büyüme sağlamış. Ancak Arjantin ekonomisinin krizi Uruguay’yı da olumsuz etkilemiş ve bu iki ekonomi de küçülmüşlerdir. Öte yandan, Şili’nin büyüme oranlarını korumasının ardındaki neden olarak ihracat sanayilerine verilen devlet desteği ve sıkı para politikaları gibi neoliberal politikalarla tam örtüşmeyen bazı uygulamalar olduğu gösteriliyor.1990’larda neoliberal politikalarının en önemli vurgusu enflasyon oranlarının aşağıya çekilmesi oldu. Borç krizi ertesinde uygulanan neoliberal stabilizasyon programlarının ilk etkisi enflasyonu arttırmak olmuştu. Ancak 1990’larda devlet harcamalarının iyice aşağı çekilmesi ile birlikte enflasyon oranlarında etkili bir düşüş kaydedildi.Ancak 1997’ye gelindiğinde bölgenin enflasyon ortalaması son 50 yılın en düşük seviyesine geriledi ve yüzde 10.5 oranına kadar düştü.62 Bu bakımdan en dikkat çekici örnek Brezilya ve Arjantin olarak görünüyor. Daha sonra başkan olacak olan zamanın Maliye bakanı Fernando Henrique Cardoso’nun planı, Latin Amerika’nın en büyük ekonomisinde enflasyon oranını 1993’deki yüzde 2500 seviyesinden, 1997’de yüzde 4’e düştürdü. Arjantin’de ise 1989’de yüzde 4923 olan enflasyon oranı, 1999’da yüzde 18’e düştü. Latin Amerikalı sermaye grupları yabancı şirketlerle yaptıkları ortaklıklar sayesinde artan yatırımlarla güçlendiler. Neoliberal politikaların düşük enflasyon hedefleri yabancı yatırımcıların bu ülkelerde yatırım yapabilmelerini kolaylaştırmayı amaçlıyordu. 1989 yılının Mart ayında Birleşik Devletler Maliye Bakanı Nicholas Brady tarafından önerilen ‘Brandy Planı’ ile bölgenin yatırımlara açık olduğu desteklendi.
Brady Planı, yabancı yatırımcıya ‘sağlıklı’ bir ekonomiyi işaret ediyordu. Ancak yabancı sermayenin Latin Amerika ülkelerinde yerel sermaye ile ortaklık yaparak yatırım yapması riskleri azaltmak ve siyasi iktidarla ilişkileri kolaylaştığı sık rastlanan bir uygulama oldu. Doğrudan yabancı yatırımlar 1990’da 6.7 milyar dolardan 1997’de 44 milyar dolara yükseldi. Ancak bu artış 1980’lerin sonlarında hız kazanan özelleşme politikalarının sonucu oldu. Borç yükü nedeniyle yaşanan malî krizlerin sorumlusu “hantal” kamu sektörü olarak gösterilmiş, özelleştirmeler hem devlete önemli bir gelir kaynağı ve hem de harcamaların kısılması için bir çözüm yolu olarak tavsiye edilmişti. Bu dönemde başlıca özelleştirme uygulamaları iletişim ve enerji sektörlerinde (elektrik, petrol ve gaz) yaşandı. Dolayısıyla yerli sermaye ile işbirliği içindeki doğrudan yabancı yatırımların artması, yeni yatırım alanlarının açılmasına değil, özelleştirilen bu kamu iktisadi teşebbüslerin yerli-yabancı sermaye ortaklıklarının mülkiyetine geçmesi anlamına gelir.
Düşük enflasyon hedeflerinin tutturulması sonucu 1990’larda Latin Amerika uluslararası para piyasalarına entegre oldu. 1990’larda Latin Amerika borsalarının yabancı yatırımcıların portfolyolarında önemli yeri vardır. Özellikle büyük Latin Amerika ülkelerinin hükümet bonoları en hızlı büyüyen marketler oldular. Bono gelirleri 1989’daki 1 milyar dolardan, 1997’de 54 milyar dolara yükseldi. Bu artışta en çok büyük ülkelerin payı vardır. Meksika, Brezilya, Arjantin ve Venezüella 1997’de satılan bonoların yüzde 90’ını aldı.Borsaların çekici hale gelmesi ve özelleştirmeler nedeniyle artan yabancı para girişi yerli paraların aşırı değerlenmesine ve ticaret açığının artmasına neden oldu.1990’larda Latin Amerika’nın birçok ülkesi ekonomik krizlerle sarsıldı. Aşırı değerlenmiş yerli para ve artan ticaret açığının etkisi 1995’te Meksika’da deneyimlendi. Sermaye girişinin kesilmesi mevcut sermayenin de kaçmasına neden oldu. Meksika’nın döviz rezervi birkaç ay içinde 30 milyar dolardan 5 milyar dolara kadar düştü. IMF ile yapılan kriz programına göre, vergiler artırıldı, kamu harcamaları kesildi ve enflasyonu baskı altına tutabilmek amacıyla faiz oranları yükseltildi. Bu programın sonucu olarak, büyüme durdu, bir seri iflaslar yaşandı ve kadar yaklaşık 1.2 milyon iş kaybı oldu.
‘Tekila etkisi’ diye anılan kriz diğer ‘yükselen piyasalar’a da yayıldı. 2001’deki Arjantin krizi de benzer politikaların sonucuydu. Krizlerle birlikte neoliberal politikaların yıkıcı etkisi emekçi sınıflar üzerinde daha şiddetli hissedilmeye başladı. Ekonomik faaliyetlerin ülke içinde belirli bölgelerde kümelenmesi ve diğer bölgelerin tamamen marjinalleşmesi sonucu bölgesel arası eşitsizlikler belirginleşti. Dünya Bankası raporlarına göre, kıta genelinde en zengin yüzde 10’luk dilim GYSİH’nın yüzde 48’ini alırken, en fakir yüzde 20 yalnızca yüzde 3’ünü alıyor.71 Kıta nüfusunun yüzde 39,8’i fakirlik, yüzde 15,4’ü mutlak fakirlik sınırında yaşıyor.72 Elbette, gelir dağılımını en çok etkileyen olgu, kamu sektörünün küçülmesi ve sermayenin para piyasalarına yönelmesi ile birlikte artan işsizlik, eksik istihdam ve enformal sektör istihdamıdır. Latin Amerika ülkelerinde ortalama işsizlik oranının yüzde 15 seviyelerine yükselmesinin yanısıra, iş sahibi olanlar da her an işlerini kaybedebilecekleri ve yeniden iş bulamayacakları kaygısı ile düşük ücretler karşılığı çalışmaya gönüllü hale getirildiler.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Latin Amerika’ya yönelik dış politikası, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan süreçte değişen küresel güç dengeleri, ideolojik çatışmalar, ekonomik çıkarlar ve güvenlik kaygıları temelinde sürekli dönüşmüştür. Bu politikanın tarihsel gelişimi, genellikle dört ana dönemde ele alınır: (1) Monroe Doktrini ve Manifest Destiny dönemi, (2) Roosevelt Corollary ve müdahalecilik çağları, (3) Soğuk Savaş dönemi, (4) Soğuk Savaş sonrası küreselleşme ve neo-liberal entegrasyon dönemi. Her dönem, ABD’nin kıtadaki hegemonyasının niteliğini farklı biçimlerde şekillendirmiştir.
- Monroe Doktrini ve Erken Dönem (1823–1898)
1823 tarihli Monroe Doktrini, ABD’nin Latin Amerika politikasının ideolojik temelini oluşturmuştur. Doktrin, Avrupa’nın Amerika kıtasındaki yeni sömürge girişimlerini reddetmiş; buna karşın ABD’nin bölgesel liderlik iddiasını güçlendirmiştir (Smith, 2005). Bu dönemde ABD, henüz kıta geneline doğrudan müdahalede bulunacak güce sahip olmasa da, Latin Amerikalı devletlerin bağımsızlığını siyasi olarak destekleyen bir pozisyonda konumlanmıştır.
19. yüzyılın ortasında gelişen Manifest Destiny anlayışı, ABD’nin kıta boyunca genişleme motivasyonunu pekiştirmiştir. Meksika-Amerika Savaşı (1846–1848), Latin Amerika’daki ilk büyük ABD müdahalesi olarak değerlendirilebilir (González, 2014). Bu savaş sonucunda ABD, Meksika topraklarının yaklaşık üçte birini elde ederek kıtadaki jeopolitik ağırlığını artırmıştır.
Müdahalecilik Çağı: Roosevelt Corollary ve “Büyük Çomak Politikası” (1898–1945)
1898 İspanya-Amerika Savaşı, ABD’nin Latin Amerika politikasında bir kırılma noktası oluşturmuş ve ülke küresel bir güç olarak sahneye çıkmıştır. Bu savaşın ardından Küba, Porto Riko ve Filipinler’in ABD kontrolüne geçmesi, Washington’ın bölgedeki üstünlüğünün açık göstergesi olmuştur (LaFeber, 1993).1904’te Theodore Roosevelt tarafından Monroe Doktrini’ne eklenen Roosevelt Corollary, ABD’nin Latin Amerika’da “istikrarı sağlamak için” mali veya siyasi krizlere doğrudan müdahale etme hakkını savunmuştur. Bu dönem, literatürde “Big Stick Policy” olarak adlandırılan yaygın askeri müdahalelerle karakterizedir. ABD bu dönemde Nikaragua, Haiti, Dominik Cumhuriyeti ve Panama gibi ülkelerde işgaller, darbe destekleri ve ekonomik kontrol mekanizmaları uygulamıştır (Schoultz, 1998).
Soğuk Savaş Dönemi: Anti-Komünizm, Darbeler ve Gizli Operasyonlar (1945–1991) Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin Latin Amerika politikası büyük ölçüde Sovyet etkisini sınırlandırma hedefiyle şekillenmiştir. Washington bu dönemde Latin Amerika’yı kendi güvenlik çevresinin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirmiş; kıtadaki sol hareketleri, bağımsızlıkçı politikaları ve sosyalist hükümetleri “komünist tehdit” kapsamında görmüştür (Brands, 2010).ABD’nin Latin Amerika’daki en tartışmalı operasyonları bu dönemde gerçekleşmiştir:1954 Guatemala Darbesi: CIA destekli operasyon, demokratik yollarla seçilen Arbenz hükümetini devirmiştir (Gleijeses, 1992).Küba Devrimi (1959): Fidel Castro’nun iktidara gelmesi ABD politikalarını radikalleştirmiş; Domuzlar Körfezi Çıkarması (1961) başarısız bir askeri müdahale olarak tarihe geçmiştir.Şili Darbesi (1973): Salvador Allende hükümeti, ABD’nin desteklediği askeri bir darbeyle devrilmiştir (Kornbluh, 2003).
Bu süreç boyunca ABD, Latin Amerika’da sağcı rejimleri desteklemiş; bölgesel ittifakları güçlendirerek askeri yardımları artırmıştır. Bu durum, insan hakları ihlallerine rağmen jeopolitik çıkarların önceliklendirildiği bir politika mimarisine işaret eder.Soğuk Savaş Sonrası: Neoliberal Entegrasyon ve Yeni Siyasi Gerilimler (1991–Günümüz) Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ABD’nin Latin Amerika politikasında “yumuşama” olarak görülen bir dönüşüm yaşanmıştır. Bu dönemde Washington, askeri müdahaleler yerine ekonomik entegrasyon projelerine ağırlık vermiştir. 1994’te yürürlüğe giren NAFTA, ABD’nin bölge ekonomilerine yön verme kapasitesinin en güçlü örneklerinden biridir (Pastor, 2001).Ancak 2000’li yıllarda Latin Amerika’da sol hükümetlerin yükselişi (Venezuela, Bolivya, Brezilya, Arjantin, Ekvador) ABD’nin politikalarıyla gerilim yaratmıştır. Hugo Chávez’in anti-emperyalist söylemleri, Çin’in bölgedeki artan ekonomik etkisi ve ABD’nin Venezüella ile ilişkilerindeki sertleşme bu dönemin karakteristik unsurlarındandır (Ellner, 2019).
21. yüzyılda ABD, Latin Amerika’ya yönelik politikasında üç ana boyutu öne çıkarmaktadır:Göç ve sınır güvenliği politikaları Uyuşturucu ile mücadele Çin etkisine karşı jeostratejik rekabet Bu bağlamda ABD’nin Latin Amerika politikası, artık yalnızca güvenlik veya ideoloji temelli değil; aynı zamanda ekonomik ve küresel güç rekabetinin bir uzantısı olarak şekillenmektedir.
Sonuç
ABD’nin Latin Amerika politikasının tarihsel gelişimi, güç asimetrilerinin ve hegemonik ilişkilerin sürekliliğine işaret etmektedir. Monroe Doktrini ile başlayan bölgesel koruyucu söylem, 20. yüzyıl boyunca müdahaleci ve güvenlik merkezli bir yapıya dönüşmüş; Soğuk Savaş sonrasında ise ekonomik entegrasyon ve küresel rekabet eksenli bir boyut kazanmıştır. Bugün ise ABD-Latin Amerika ilişkileri, Çin’in yükselişi, bölgesel sol hareketlerin çeşitliliği ve göç krizleri çerçevesinde yeniden şekillenmektedir. Bu çerçevede ABD’nin Latin Amerika politikasının geleceği, hem bölgesel aktörlerin özerklik arayışları hem de büyük güç rekabetinin derinleşmesi bağlamında belirsizliğini korumaktadır.
Brands, H. (2010). Latin America’s Cold War. Harvard University Press.
Ellner, S. (2019). Latin America’s Pink Tide: Breakthroughs and Shortcomings. Rowman & Littlefield.
Gleijeses, P. (1992). Shattered Hope: The Guatemalan Revolution and the United States, 1944–1954. Princeton University Press.
González, J. (2014). The Mexican War and the Making of America. Oxford University Press.
Kornbluh, P. (2003). The Pinochet File: A Declassified Dossier on Atrocity and Accountability. The New Press.
LaFeber, W. (1993). Inevitable Revolutions: The United States in Central America. W.W. Norton.
Pastor, R. (2001). Toward a North American Community. Institute for International Economics.
Schoultz, L. (1998). Beneath the United States: A History of U.S. Policy Toward Latin America. Harvard University Press.
Smith, T. (2005). America’s Mission: The United States and the Worldwide Struggle for Democracy. Princeton University Press.
Source: DergiPark https://share.google/z0nRHxbBjx8OxlToT
Source: İstanbul Kent Üniversitesi https://share.google/iK8rJHGLrnM5o9tuv
Source: ResearchGate https://share.google/OIwfs3Eyb9vRXOT7s
Source: ResearchGate https://share.google/hFGVd0ZR6OqwEVl9T
https://share.google/L31Q2lczeyXVS4vne
U.S. Department of State. Foreign Relations of the United States (FRUS) Series — CIA operasyonları, darbeler, diplomatik yazışmalar için temel kaynaktır.
National Security Archive (George Washington University). Declassified Latin America documents (Şili, Guatemala, Nikaragua).
Kornbluh, P. (2003). The Pinochet File: A Declassified Dossier on Atrocity and Accountability. The New Press.
Gleijeses, P. (1991). The Dominican Crisis: The 1965 Constitutionalist Revolt and American Intervention. Johns Hopkins University Press.
Immerman, R. (1982). The CIA in Guatemala: The Foreign Policy of Intervention. University of Texas Press.
Schmitz, D. F. (1999). Thank God They’re on Our Side: The United States and Right-Wing Dictatorships, 1921–1965. University of North Carolina Press.
Harmer, T. (2011). Allende’s Chile and the Inter-American Cold War. University of North Carolina Press.
Tokatlian, J. G., & Russell, R. (2022). The Decline of the United States in Latin America. Routledge.
Ellner, S. (2019). Latin America’s Pink Tide: Breakthroughs and Shortcomings. Rowman & Littlefield.
González-Vicente, R. (2017). “The Political Economy of China–Latin America Relations”. Latin American Perspectives, 44(5).
Trinkunas, H. (2014). Requiem for Hugo Chávez: Geopolitical Implications of Venezuela's Transition. Brookings Institution.
Hakim, P. (2006). “Is Washington Losing Latin America?”. Foreign Affairs, 85(1).
EDANUR AYDIN
BÖLGESEL ANALİZ TOPLULUĞU
SİYASET BİLİMİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER
MUĞLA SITKI KOÇMAN ÜNİVERSİTESİ

Yorumlar
Yorum Gönder