VEGAN FEMİNİZM


Veganlık, hayvanların insanların çıkarları için gıda, giyim ya da başka amaçlarla maruz bırakıldıkları sömürü ve zulmün her türlüsünden kaçınan ve buna ek olarak insanların, hayvanların ve çevrenin yararına hayvan sömürülmeyen alternatiflerin geliştirilmesini ve kullanımını savunan felsefe ve yaşam biçimidir. Feminizm ise, kadınlar için özgürlük ve bütün canlılar için eşit haklar isteyen bir fikir akımı, düşünce ve eylem biçimidir. Vegan feminizm ise ataerkil düzenden tüm hayvan türlerinin ve doğanın zarar gördüğünü ortaya koyarak cinsiyetçi sömürü ve baskıya karşı bütünsel mücadeleyi savunan bir feminizm akımıdır. Vegan feministler, veganizm ve feminizmi bir araya getirerek insan merkezci bir feminizmi reddederler ve hiçbir canlının, bir diğerinin çıkarı için sömürülemeyeceğini, vegan olmanın insanın yeryüzünde birlikte yaşadığı canlılara  asgari sorumluluğu olduğunu savunurlar.

BESLENME VE ATAERKİLLİK

En basit haliyle biyolojik bir ihtiyaç olan beslenme aynı zamanda kadın ve erkek arasındaki eşitsizlikleri içeren ve yansıtan cinsiyetlendirilmiş bir politiktir. Ataerkil ilişkilerle şekillenen bu eşitsizlikler gıdanın temin edilmesi, hazırlanması ve paylaşılması süreçlerinde görülür ve bu süreçlerde çoğunlukla erkekler avantajlı pozisyonlarda yer alırlar. Erkeklerin sahip oldukları bu avantajlı konum et yeme pratiğinde daha çok görünür bir biçime bürünür. Erkek egemenliğini meşrulaştıran tarihsel ve kültürel anlatılara referansla, besinlerin en değerlisi olarak kodlandırılan et en ‘değerli’ canlı olarak inşa edilen erkeğe bahşedilirken, kadınlar sebzeler, tahıllar, meyveler gibi değer biçilemeyen besinlerle ilişkilendirilirler. Bu anlayış temelinde et yemek, hayvanlarda dahil olmak üzere, doğa üzerinde iktidar sahibi olarak inşa edilen erkeğin ‘doğal’ bir hakkı gibi görülür ve bu yönüyle et yemek ‘erkeksi’ bir davranış olarak kurgulanır. Tersine, bitkisel temelli beslenme ise kadınsılığa gönderme yapar. Erkeklik her şeyden önce bir tür dişil korku ile kadınsı rollerden sıyrılmakla inşa edilir. Bu bağlamda et yemek ve bitkisel beslenmeye karşı mesafeli durmak, ataerkil erkekler için bir toplumsal kimlik icrasına işaret etmektedir. Haliyle, et yemeyi reddeden erkekler kültürel bariyerlere çarparak ataerkil ilişkiler temelinde dışlanmayı deneyimlerler. 70’lerin ikinci yarısından itibaren feministlerin kapitalizm, militarizm savaş ve ırkçılık ile ‘düşmanı’ kadınlaştırma ve erkeklik arasındaki bağları ortaya koymasına benzer bir biçimde, vegan feministler de hayvanların sömürüsü yani türcülük ile ataerkillik arasındaki bağları ortaya koyar. Hayvan özgürlüğünün feminist bir tasavvur olduğunu vurgulayan vegan ekofeminist yazar ve aktivist Pattrice Jones ‘Kadınlar ve çocuklar, hayvanlar ve topraklar, bunların her biri tarihsel olarak erkeklerin mülkü olarak görülmüştür, bu erkekler daha çok iktidar ve daha fazla mülkiyet sahibi olabilmek için diğer erkeklerle rekabet etmişlerdir. Ataerkillik; yani politika ve aile hayatının erkekler tarafından kontrolü ve pastoralizm, yani bir hayat tarzı olarak hayvancılık, tarih sahnesine beraber çıkmıştır, birbirinden ayrı görülemez.’ der. Ataerkil düzende sadece erkek olmayan veya toplumsal olarak beklenilen erkekliği performe etmeyen insanlar değil, insan olmayan hayvanlar da zaptedilmesi ve tahakküm altına alınması gereken bedenler olarak görülürler. Dolayısıyla feministler erkek egemenliğini, kapitalizmi, devleti eleştirdikleri gibi insanları,  insan olmayan hayvanlar üzerinde kurduğu tahakkümü de görmezden gelmemeli ve bununla da mücadele etmelidir.

HEGEMONİK ERKEKLİK

Raewyn Connell tarafından geliştirilen hegemonik erkeklik, kültürel düzeyde inşa edilen bir rıza biçimi olarak toplumsal cinsiyet hiyerarşisinde en üst sıralarda yer alan, dolayısıyla iktidarı elinde bulunduran bir ideal tiptir. Kadınların boyun eğmesini garanti altına almakla beraber, hegemonik erkeklik kendi inşalarına uymayan diğer erkeklerin de baskılanmalarına, dışlanmalarına yol açar. Bu açıdan hegemonik erkeklik ataerkil ilişkilerde insanların  konumlarının belirlenmesi açısından referans alınan bir dizi kültürel inşalar dizisi olarak kavranabilir. Hegemonik erkeklik inşaları referans alınarak belirlenen toplumsal konumlar arasındaki eşitsizlikler beslenme ilişkilerinde de açık bir şekilde gözlemlenmektedir. Çoğunlukla erkeklerin iktidar konumlarda yer aldıkları bu ilişkiler, özellikle hane içinde cinsiyetler arasında gerçekleşen iş bölümünde bariz bir biçimde fark edilir. Erkeklerin özel alanla ilişkisi, erkeğe atfedilen ailenin geçimini üstlenme gibi roller temelinde daha yüzeysel iken; kadınlar çocuk ve hasta bakımı ya da temizlik gibi kendilerine dayatılan ev içi roller ile hane ile daha yoğun bir ilişki içinde olurlar. Hanedeki bireylerin beslenme sorumluluğunu üstlenirler. Erkekler ücretli bir işte çalışma sonucunda eve ekmek getirme rolünü icra ederek hegemonik erkeklik idealine yaklaşırlarken kadınlar erkeklerin getirdiklerini pişirerek, bir anlamda erkeklere hizmet etmek durumunda kalırlar. Dolayısıyla besinlerin ekonomik finansmanını sağlamak bir erkeklik rolü olarak görülürken, erkek tarafından getirilen bu besinlerin pişirilmesi ise çoğunlukla bir kadın pratiği olarak nitelendirilir.

Beslenme ve toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri arasındaki bu ilişki kendisini et yeme pratiğinde daha da gösterir. Tarihsel olarak birçok kültürde et yeme ile erkeklik kimliği arasında yerleşik bir ilişki bulunur. Özellikle tarım öncesi toplumlar referans verilerek üretilen kültürel mitlerle, elde edilmesi zor ve değerli bir simge olarak anlamlandırılmasından kaynaklanır. Geçmişte erkeklerin avcılık ile uğraşarak eti tedarik ettikleri, kadınların ise yalnızca toplayıcılık gibi işlerle uğraştıkları belirtilir. Erkeklerin agresif ve savaşçı oldukları, kadınların ise güçsüz ve uysal oldukları vurgulanarak cinsiyet eşitsizliklerini pekiştiren mitler oluşturulur; böylece avcılık ve avla elde edilen et büyük ölçüde erkeklik ile ilişkilendirilir. Erkek egemenliğini inşa etmede büyük rol oynayan avcı erkeklik anlatısı, günümüz ataerkil ilişkilerinde ‘bilimsel’ bilgiye dönüşerek etin büyük ölçüde erkeklikle ilişkilendirilmesine hizmet eder.

GELİŞİMİ

19. yüzyılda başlayan hayvan hakları hareketi içinde yüzlerce kadın yer aldı, birçoğu cinsiyetçi baskı ile hayvanların maruz bırakıldığı baskı arasındaki bağlantının farkındaydı. Batı’daki bu ilk ‘vegan feminizm’ dalgası hayvan hakları mücadelesini sosyal adalet mücadelesinin bir parçası olarak gören Annie Besant, Anna Kingsford, Margaret Damer Dawson, Charlotte Despard, Lind af Hageby ve diğerlerinin çabalarıyla ortaya çıktı. Bu kişilerin çoğu hem feminist hem de vejetaryendi. Yardım kuruluşları, barınaklar kurdular, yasaların tartışılmasını sağladılar, insan harici hayvanların duyarı, özen ve dikkati hak eden canlılar olduğu konusunda temel bir farkındalık geliştirmek için çabaladılar. 1981 yılında Kaliforniya’da kurulan Feminists for Animal Rights (FAR) feminist hareket ve hayvan hakları hareketinde bilinç yükseltmeye odaklanan, sömürüsüz yaşam sürdürmeye çalışan bir kadın ağıydı. ‘Kişisel olan politiktir’ feminist ilkesine dayanarak vegan bir yaşamı savundular. 21. yüzyıla kadar aktif kalan ülke çapında bir organizasyon haline gelen FAR, ataerkil düzende kadınların ve hayvanların maruz bırakıldığı muamele arasındaki bağlantılara ışık tutmaya çalıştı.

Türkiye’de vegan feminizm ise 2000’lerin ortalarından itibaren örgütlenmeye başlamıştır. 2014 yılının Temmuz ayında Muğla’dan bir grup vegan feministin çağrısıyla Akyaka Orman Kampı’nda üç gün süren ilk vegan feminist buluşma gerçekleşti. Türkiye’nin farklı şehirlerinden katılımın olduğu kampta ‘veganlık ve gündelik yaşam’, ‘veganlık ve annelik’, ‘cinsellik ve cinsiyet’, homofobi, transfobi, erillik, dişillik, kadınlık, erkeklik kavramları etrafında atölyeler düzenlendi.

Türkiye’de 2014 yılından itibaren yükselen vegan feminizmin ilk gelişim dönemlerinde, Etin Cinsel Politikası’nın çok okunan bir kitap olmasının da etkisiyle, feministlerin dişi hayvanlara uygulanan cinsel şiddeti daha yakından anlaması, dolayısıyla vegan olması gerektiğine odaklanan; feminizmi bedensel/atanmış cinsiyet üzerinden okuyan bir bakış açısı öne çıkmıştır. Bugün Türkiye’de vegan feminizm yaygınlaşıyor ve büyüyor. Vegan feministler, ikili karşıtlıklara meydan okuyan queer bir tahayyülle hayvan özgürlüğünü savunuyor, kimseyi ötekileştirmeyen feminist bir politika etrafında buluşuyor, çeşitli müşterek alanlarda bir araya gelmeye, mücadelelerini sürdürmeye devam ediyor.


KAYNAKÇA

https://feministbellek.org/vegan-feminizm/

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1225063

https://tvd.org.tr/veganlik-nedir/

https://feministbellek.org/feminizm/

https://dergipark.org.tr/tr/pub/viraverita/issue/46646/573500


SILA MEDETOĞULLARI

BÖLGESEL ANALİZ TOPLULUĞU

SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER

MUĞLA SITKI KOÇMAN ÜNİVERSİTESİ



Yorumlar

Popüler Yayınlar