SİYASET VE PSİKANALİZİN TARİHSEL GELİŞİMİ
20. yüzyıldan itibaren yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ile yüzyılın çoğuna hâkim olan savaş ve bunalım ile yıllar kargaşa içerisinde geçerken pek çok yeniliği de beraberinde getirmiş özellikle insana bakış açısında meydana gelen değişiklikler yadsınamaz hale gelmiştir. Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda askeri diktatörlüklere son verilirken, parlamenter demokrasi de gelişen kapitalizm ile endüstri toplumlarında süreklilik ilk defa sağlandı. 1920-1930’lu yıllarda meydana gelen felaketler neticesinde kapitalizm en zengin canlılık dönemini yaşarken, diğer taraftan Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da süren bürokratik rejimler, Stalin’den sonra bazı düzenlemelere ev sahipliği yapsa da toplumun yapısında değişikliklere neden olamadı. Kapitalist blokun işleyişine karşı koyamayacak güçte olan ülke beraberinde değişimi getirmiş, Batı; Marksizm’i, tarihsel materyalizmi, yenilenen kaygılarla psikanaliz olmak üzere çeşitli alanlarda eleştirel bir biçimde ele almıştır.
Egemenlikten kurtulmak için teknolojiyi geliştiren insan, onun esiri olmuş zaman zaman teknolojinin önüne geçmesine izin vererek öz değerini yitirmesine neden olmuştur. Tam da bu sebeplerden farklı yerlerde bulunan psikoterapistler aynı şeyleri dile getirmişlerdir: desteğe ihtiyacı olan bireylerin, Freud zamanında olduğu gibi histeri vb. şikayetler ile değil, toplumdan soyutlanma, yalnızlık ve yabancılaşma gibi şikayetler ile geldiğini söylemektedirler. Sürekli olarak gelişmekte olan bir olgu olarak kabul edilen insanı anlayabilmek için önce insanın kendi varoluşunu algılayabilmesi, kendi amaçlarına istediği yoldan sahip olabilmesini esas almak gerekiyordu.
Kitleler, 1929 Büyük Buhran ve II. Dünya
savaşı gibi toplumu derinden etkileyen olayları kendi çıkarlarının gerektirdiği
gibi karşılamak yerine, kendi çıkarlarının tamamen karşıtı olan bir politik
anlayışsızlığa ve kargaşaya teslim oldular. Kitlelerin psişik yapısında,
otoriter izlerin bulunması ve bulunan izlerle benzer otoriter kurumların
üretilmesi neticesinde yeni bir egemen sınıf ortaya çıkar, bu sınıf ise
‘’bastırılanın geri dönüşü’’ olarak bir temel oluşturur. Fakat bu otoritenin
psikolojik köklerinin belirlenmesi gerekir aksi takdirde Bolşevik liderler gibi
başarısızlığa uğranma olasılığı yüksektir. Bu yapının en temel adımı olan aile,
kitleleri oluştururken beraberinde yeni bir tarzda toplumsallaşma veya
kitlelerin tipik karakter yapısında değişikliklere sebebiyet verebilir. Bu
karakter yapısında meydana gelen değişiklikler ise kaçınılmaz politik ve
toplumsal yozlaşma sürecine girebilir. Daha önce bahsettiğimiz çeşitli yanlış
edimleri politikacılar üzerinden görmemiz de mümkündür, Freud’un psikanalize
giriş kitabından bir örnek olarak; ‘’ Politik bir gazete,
yolsuzlukla suçlanan, kendini makalesindeki şu sözlerle savunuyor:
‘’Okurlarımız her zaman herkesin iyiliğini hiçbir karşılık beklemeden savunduğumuza
tanıktır.’’ Ama bu yazılı savunmayı redakte etmekten sorumlu redaktör, ‘’karşılık
bekleyerek’’ yazdı. Bu, bana göre, düşüncesini açığa çıkarıyor: ‘’Bir şey
yazmam gerekiyor ama aksinin doğru olduğunu biliyorum.’’
Kayser’e gerçeğin kayıtsız şartsız (rükhaltlos) söylenmesi gerektiğine inanan bir milletvekili, ansızın cesur davranışından korkması gerektiğini söyleyen ve ona ‘’kayıtsız şartsız’’(rückhaltlos) sözcüklerinin yerine ‘’omurgasız’’(rückgratlos) sözcüğünü kullandıran bir iç ses duyuyor.’’
Kuruluş amacı Alman sosyal demokrasisinin başarısızlığını açıklamak olan, Marksist bir kuramsal eleştiri geliştiren Frankfurt Okulu, 1920 ve 1930’lu yıllara takiben kitle toplumunun doğasını ve kültürünü araştırmayı da bünyesine katarak hem psikoloji hem de ekonomik düzeyde otorite eğilimlerini ve faşizmin yükselişini araştırdılar. Bu çalışmalar sayesinde Frankfurt okulu düşünürleri Marx ve Engels sayesinde, toplumun ne kadar geliştiğini ve kapitalizmin son aşamasına gelindiğinde kültürel ve psikolojik olguların giderek önem kazandığını gözler önüne serildi. Otoriteryen devlet toplumun ekonomik, kültürel ve politik alanları üzerinde denetimlerini arttırırken, geç kapitalizm; otoriteryen bir devlet, kültür ve kişilik yaratmıştır.
1930’ların yaptığı çalışmalarla ses getiren ismi hem Komünist partide hem de psikanaliz hareketiyle Wilhelm Reich olmuştur. Bu yıllarda Avrupa’da yaygın hale gelen psikanalistlerin çoğunun sosyalist ve Marksist olduğu dönem Nazilerin Avrupa’yı denetim altına aldığı dönem ile eşdeğerdir. Nazizm’in yenilgisinden sonra Marksizm’in Stalinizmden arındırma çabası içerisinde olan düşünürler, psikanalizi Marksist sisteme dahil etmeye başlamışlardır. Yeni sol, Marksizm’e yeni bir insan anlayışı sokmaya çalışırken hemen ardından Marx’ın erken dönem eserlerine dönme süreci beraberinde gelmiştir. Bu süreçte Marksistler araştırmalarına dahil etmedikleri; feminizm, ırkçılık karşıtlığı, çevre konularını bünyesine katarak psikanalizin eleştirel bakış açısından faydalanmışlardır. Psikanalizin eleştirel bakış açısı, post-modernizmin politik kayıtsızlığına karşı bir dik duruş için ihtiyaç duyulmuştur.
E. Fromm; Freud-psikanaliz ve Marksizm arasında köprü kuran en önemli isimlerden biridir. Marx’ın ‘’Ekonomi Politik ve Felsefe Elyazmalarından’’ çıkardığı sonuçlar ile Freud’un bilinçdışı, bastırma kavramlarının karakter yapısını benimsemiştir. Fromm için psikanaliz ise, toplumsal, tarihsel ve materyalist bir bilim olmasıdır sebebi ise tarihsel materyalizm ve psikanalizin insan davranışının gücünü bilinçte görüyor ve bu güç kaynağını idealardan değil de dünyevi yaşamdan alıyor oluşudur. Fromm, Freud’un ‘bireye dair her incelemenin aslında topluma yöneldiği’ savını kabul ederek psikanaliz açısından söylenecek çok şey olduğunu ve tarihsel materyalizme de fayda sağlayacağını savunur. Fromm, ideolojilerin nasıl ortaya çıktığına dair düşünceleri kavrayabilmek için tarihsel sürecin anlaşılmasının önemini vurgularken bu yol ile de psikanaliz de ekonomik durumun insan dürtüleri yolu ile nasıl ideolojiye dönüştüğünü görmemiz için olanak sağlar. Ek olarak, sınıf ilişkilerinin anlaşılmasında psikanalize büyük anlam atfedilir. Örneğin, azınlık yönetimi tarihi bir gerçeklik niteliğine sahipken bu ilişkiyi devamlı hale getiren unsurlar nelerdir? Cevabı ise şu şekilde vermemiz mümkündür; Yöneten azınlık ve yönetilen kesim arasındaki ilişki sınıflı toplumun özünü oluşturur, bu özü bir arada tutan etken ise ekonomik gereksinimlerin dayattığı hayat şartlarına insanların libidinal uyumlarının dışa vurumu olarak tanımlanır. Libidinal yapı, toplumun zihinsel dışavurumunda ekonomiye sirayet ettiği önemli bir araçtır. Bu araç sayesinde ekonomik koşullar açısında değişiklik meydana getirip yeni hedef ve doyumların ortaya çıkmasına neden olur. Fromm, psikanalizi tarihsel materyalizmin işine yarayacak tek bilimi dalı olarak görür. Marx ve Engels’in açıklayamadığı, maddi temelin ‘insan beyninde ve kalbinde nasıl yansıdığını’ açıklamasıyla da psikanaliz önemi ortadadır.
Birey için çalışmalarına devam eden profesyonel insanlar açısında büyük öneme sahip bir konu olarak ise karşımıza çıkan bir etmen vardır; Toplumlarının ruh sağlığının bozulup bozulmadığı yani analizan (psikanalistin analizinden geçen kişiye denir.) koltuğuna toplumları yatırıp yatıramayacağımızdır. Bu konu için büyük öneme sahip isim şüphesiz Vamık Volkan’dır. Ona göre, toplum gibi büyük grup psikolojisi büyük bir çadıra benzetilebilir. Kimliğimiz ise iki katlı bir giysidir; birinci katman da bireysel kimliğimize sahip olurken ikinci katman da ise etnik yani duygular ile bağlı olduğumuz büyük grup kimliğimiz bulunmaktadır. Çadırın direğini lider olarak tasrih eden Volkan, grup üyelerini kaygılı zamanlarda çadır direğinin çevresinde toplanıp, çadırın kanvasında meydana gelen yırtıkları yamayabilmek için gerekirse şiddet dolu toplu davranışlar sergileyebileceklerini dile getirir. Vamık Volkan, bireysel yas sürecini toplum psikolojisine aktarırken, birey, aile ve büyük grupların yas tuttuğunu bu sayede yenilgilerin anılarının, kolektif kayıplarının bilinçdışı bir şekilde nesilden nesile geçtiğini ifade eder. Volkan için kayıplar ne kadar ağır olursa olsun bireylerin birbirine bağlanarak atalarının aşağılanmalarının intikamını almak için bir fırsat olarak gördüklerini ve böylece benlik saygısını arttırmaya da yardımcı olduğunu söyler. Volkan, bir kitlenin atalarının başına gelen felaketin kolektif anılarını tanımlamak için ‘’seçilmiş travma’’ kavramıyla karşımıza çıkar. Bilimsel olarak henüz geçerli olmayan ama tartışmaya açık bilgiler eşliğinde toplumların zaman zaman hastalanacağını ima eder. Politik paranoyaya dair incelemeler de gördüğümüz kadarıyla ise toplumların hastalanabileceği açıkça kabul edilir. Çeşitli yazar sığ ve kötü bir indirgemeye dayanarak bireylerde görülen bir rahatsızlık olan paranoyayı bazı politik liderler ve toplumlara uygular. Örneğin, Her türlü suçu büyük şeytan Amerika'ya bağlayan İranlılar, bir kuşatılma zihniyeti içinde kıvranan İsrailliler, ABD'ye karşı abartılı korkular taşıyan Meksikalılar, Afrika kökenli Amerikalılar arasında yaygın beyaz düşmanlığı ve komplo kuşkusu ve daha nicesi ‘’politik paranoya’’ adı altında sunulur. Bu noktada dikkat edilmesi gereken en önemli unsur ise politik paranoyayı bir nefret psikolojisinin politikası haline getirmemek için çaba sarf edilmesi gerektiğidir.
Kaynakçalar:
-Göka, Erol (2001), Toplum Ruhsal Bir Hastalığa Yakalanabilir mi?, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek =r2&haberno=195
-Sigmund Freud, Günlük
Yaşamın Psikopatolojisi
-Sigmund Freud,
Psikanalize giriş- hatalı eylemler, sayfa(37-51-60)
-Thema Larousse, 1, sayfa
440-443.
-Ernur Genç, Tarihi,
Toplumsal ve Siyasal Alana Psikanalitik Bakmak Üzerine, folklor/edebiyat,
cilt:22, sayı:87, 2016/3
-Fatoş usta, Siyasal Teori ve Psikanaliz: ZİZEK, KOVEL ve LAİNG
üzerine bir inceleme, Ankara
Üniversitesi, siyaset bilimi abd,
Melisa ER
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölgesel Analiz Topluluğu
Yorumlar
Yorum Gönder