“Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler” Kitap İncelemesi

     




 İçinde yaşadığımız cinsiyetlerimiz bizi hapsedebilir ya da özgürleştirebilir mi? Peki özgürlüklerimiz denetlenebilir veya denetleniyor olabilir mi? Ya da özgür gibi hissetmemiz sağlanıp, bizler için oluşturulan bir sistemde, kimlik kalıplarımıza göre mi yaşıyoruz? Sanırım bu sorulara herkesin farklı cevapları olabilir. Ben bu soruları kadınlar için değiştirip sorduğum zaman cevaplarını bulmak için en iyi kaynakları bulmaya çabaladım. Bulduğum kaynaklardan biri şüphesiz ki Cynthia Enloe’nin “Muzlar, plajlar ve askeri üsler” isimli kitabı oldu. İlk basımı 1989 yılına ait olan bu kitap, sonraki yıllarda birkaç kez daha revize edilerek yeniden yayınlanmıştır. Kadınların siyasi, ekonomik gibi birçok alanda uluslararası ilişkilere dahil olmalarına rağmen, disiplin içinde nasıl göz ardı edildiklerini bizlere anlatmak isteyen Enloe, 301 sayfa tam metne, 9 ana başlığa ve birçok alt başlığa sahip olan bu çalışmayı, 18, 19 ve 20.yy’dan günümüze uzanan uluslararası ilişkilere feminist bir pencereden bakmamız için kaleme almıştır. Uluslararası ilişkilerde kadının yeri nedir? Kadınlar siyasete nasıl yön verir ya da siyasette nasıl kullanılır? Birçok topluluk içinde birçok dile, dine, ırka mensup kadınların, ataerkil düzende nasıl yaşadıkları ya da yaşamak zorunda bırakıldıkları, onlardan beklenen normlara ve toplumsal rollere zaman içerisinde nasıl alıştırıldıkları ve kaybetme korkusuyla bu normları yıkmanın onlar için ne kadar güç bir savaş olduğundan bahsedilen kitap, aslında uluslararası ilişkiler kapsamında ilk feminist çalışmalardandır.

 

“…hükümetler arası ilişkilerin yalnızca sermaye ve silaha değil; kadınların semboller, tüketiciler, işçiler ve duygusal anlamda teselli ediciler olarak denetimine de ne kadar bağlı olduğu konusunda bir ipucu yakaladım…” Cynthia Enloe

 

     Kitap ile ilgili konuşmamıza geçmeden önce feminist kuramın ne olduğunu anlamamız gerekir. Feminizm, kelime anlamı olarak Latincede kadın anlamı taşıyan ‘femina’dan uyarlanmıştır ve kadını temel alır. Erkek egemen iktidar yaklaşımları ve ataerkil toplum yapısı, kadının toplumdaki statüsü, kadınların ev içinde ve dışındaki rolleri ve sınırları, tarih boyunca kadınların ezilmişlikleri ve uğradıkları baskılar gibi birçok konuya odaklanan feminizm; biyolojik farklılıkları bir kenara bırakarak, kadın ve erkek arasında hukuki, yaşamsal ve statü bağlamında toplumsal ve uluslararası eşitliği sağlayacak bir yapı inşa etmeyi önceliğinde tutar. Uluslararası ilişkiler disiplininde hâkim kuram olduğunu söyleyebileceğimiz realizm, yani güç kuramıyla derin bir çatışma içindedir. Realistlere göre devletler güçlerini korumak ve geliştirmek için savaşa başvurabilmektedir. Savaş kelimesinin çağrıştırdığı ‘erkek gücü’nün gerekliliği ve kadının korunması gereken bir varlık olarak temel alınması ise feministlerin karşı durduğu yaklaşımlardandır. Örneğin, bir savaş sırasında kadınlar yine erkekler tarafından tecavüze uğrayabilir, baskı altında tutulabilir veya psikolojik-fiziksel şiddete maruz kalabilir. Erkek egemen sistemde bu durumlar kadını ‘korunması gereken’ bir statüye çeker. Fakat gözden kaçırılan şey şudur: erkek, yine bir erkeğe karşı koruma sağlamaya çalışmaktadır ve davranışları kadını korunan değil ‘ezilen’ bir duruma sokar. Bu durumda uluslararası sistemi hiçbir cinsiyet egemenliğine bırakmadan, kadınların deneyim ve bakış açılarını da dikkate alarak yeniden inşa etmek gerekmektedir.

 

“…Bu bölümler, dünyanın oluşturulan, yapılan bir şey olduğunu, dolayısıyla da yeniden oluşturulabileceğini öne sürüyor. Dünya, aldırmayan bir güçle, ama el çabukluğuyla da yapıldı. Belki de uluslararası siyaseti belirleyenler, kendilerini kadınlık kavramlarının değil, silahlar ve paranın ticaretini yapan kimseler olarak düşünmeyi daha ‘erkeksi’ buldular. Böylece onlar-ve onları eleştirenlerin çoğu- kadınlara kadınsılaşmış işçiler, saygıdeğer ve sadık karılar, ‘medenileştirme unsurları’, cinsel nesneler, itaatkâr kız evlatlar, ücret almayan çiftçiler, kahve servisi yapan eylemciler, tüketiciler ve turistler olarak bel bağladıklarını saklamaya ve inkâr etmeye çalışmışlardır. Onların kadınları kadınsılaştırmaya olan bağımlılıklarını ortaya çıkarabilirsek, bu dünya sisteminin yapay erkeklik kavramlarına bağımlı olduğunu da gösterebiliriz…” Cynthia Enloe-Muzlar plajlar ve askeri üsler

 

     “Toplumsal Cinsiyet Dünyayı Döndürüyor” isimli ilk bölümü ile feminist penceremizi aralıyoruz. “…bu dünyaya feminist bir gözden bakmayı öğrendikçe kaçınılmaz, esas, ‘geleneksel’ ya da biyolojik denilen şeylerin aslında sonradan oluşturulup oluşturulmadığını sormayı da öğreniriz…” diyor Enloe. Cümlelerinden de anladığımız gibi bu bölümde öncelikle kadının yerini sorguluyoruz ve uluslararası siyasetin nasıl işlediği ile ilgili daha gerçekçi bir kavrayışa ulaşmaya çalışıyoruz. Verdiği örnekler sayesinde, tasarlanan siyasi sistemin aslında, gücünü yüksek oranda bu tasarımdan aldığını görüyoruz. Özellikle siyasi tartışmalarda ‘erkek dili’ni konuşmaya çalışan ve erkek meslektaşları gibi davranarak saygınlık kazanacağını düşünen kadınları, hafif eleştirel bir dille örneklendiren Enloe, aslında bu durumların bile sisteme hizmet ettiğini ve kadınları daha da sistemin dışına itmeye çalıştığını anlatmaya çalışıyor. Günümüzde, bu örnekler biraz daha kadınların lehinde ilerleme gösterse de, ne yazık ki hala sistemi düzenleyen ve yürüten eril elin dünyanın üzerinden kalktığını söyleyemeyiz.

          “Plajda: Cinsiyetçilik ve Turizm” isimli ikinci bölüm, turizmin uluslararası sistemdeki görmezden gelinen yerini bizlere gösteriyor. Birçok alt başlıklara ve örneklere sahip olan bu kısımda, günümüzde etkileri kırılsa da bazı bölgeler ve topluluklarda devam eden, 20.yy’da ise neredeyse her toplulukta var olan, toplumda kabul görecek bir erkek koruması olmadan kadınların seyahat etmesinin imkansızlığı ve kadınla eşleştirilmiş ‘ev’ fikrinin varlığına değinen Enloe, ilerleyen satırlarında ve başlıklarında dünya fuarlarının ‘evcilleştirilmiş namus’ üzerindeki etkilerine, evcilleştirilmiş namusa sahip kadınlar için düzenlenen turizm turlarına, günümüzde hala yoğunluğunu kaybetmemiş olan seks turizmine ve uluslararası siyasette bu turizme göz yumulmasına kadar çeşitli konulara da değiniyor.

 

          “Kadınların milliyetçilikle olan ilişkisi hiçbir zaman rahat olmamıştır. Sömürgecilerin ve ırkçıların kötü muamelesine maruz kaldıkları zaman bile, sömürgeciliği ve ırkçılığı sona erdirmek için örgütlenen milliyetçi hareketler içinde genellikle aktif katılımcı olarak kabul edilmekten çok sembol muamelesi gördüler.”  Bu sözlerle başlayan “Milliyetçilik ve Erkeklik” isimli üçüncü bölüm, dönemin kartpostallarının örnek olarak gösterilmesiyle devam ediyor. Sömürgeye gelen güçlü devletlerin askerlerinin evlerine yolladıkları kartpostalların erotikleşmesine değiniyor yazar. Sömürge kadınlarının yabancı erkekler ve askerler için seks objesi haline gelmesi, zamanla bu obje kadınların sembollere, işçilere, beyaz kadınların gururlarını okşayan ve çocuklarına bakarken kocalarıyla ilgilenen besleyip büyütücülere evrilmesi, dönemin feministlerinin tıpkı günümüzde de devam ettiği gibi yalnızca kadın haklarıyla ilgilenmelerini değil, aynı zamanda sömürgeciliğe ve ırkçılığa da başkaldırı gösterdiklerini bizlere gösteriyor.

     Sömürge toplumlarına yerleşimci, kâşif ve misyoner olarak giden Avrupalı ve Amerikalı kadınlara da değinen Enloe; onların yerli kadınlara, beraberlerinde getirdikleri viktoryen dönemi namusu da öğrettiklerinden bahsediyor. İşgal edilen bölgenin, böyle bir yöntemle, aslında uluslararası sisteme hizmet edecek yeni bir puzzle parçası olduğunu yorumlayabiliriz. Puzzle parçalarını büyük bir hırs ve güçle tamamlamaya çalışan uluslararası sistemdeki erkek egemenliğini, yazarın şu sözleri net olarak anlatıyor:

 

“…Sömürgeci erkekler ve yerli kadınlar arasındaki cinsel ilişkilere genelde göz yumuluyordu; sömürgeci kadınlar ve yerli erkekler arasındaki aşk ilişkileri ise imparatorluk düzeni için bir tehlike olarak görülüyordu…”

 

     Bu bölüm, Hollywood’un sömürgecilik için nasıl romantize edilip kullanıldığı, Müslüman ülkelerdeki milliyetçilik ve kadınların durumları, bir kadının çocuklarını ve evini bırakarak katılacağı milliyetçi hareketlerde karşısına çıkacak olan ataerkilliğe ve bunların tarihteki yaşanmışlık örnekleriyle birlikte yazar tarafından derlenmiş ve detaylandırılmıştır.

     Çalışmasının tümünde az önce bahsettiğim üçüncü bölüm ve birazdan bahsedeceğim dördüncü bölüm büyük bir dikkatle okunmalıdır kanaatindeyim. Bu iki bölümde de, gerek yazarın kendi fikirleri ve eleştirileri, gerek tarihte yaşanan olaylardan verdiği örnekler ve üzerine geliştirdiği analizleri, uluslararası sistemi, oluşumunu, gelişimini ve ihtiyaçlarını en yoğun şekilde açıkladığı kısımlardır.

     Dünyada hala en çok askeri üssü elinde bulunduran ülke Amerika Birleşik Devletleri’dir. “Askeri Üslerdeki Kadınlar” isimli dördüncü bölümde de ikinci dünya savaşı ve sonrası dönem ile soğuk savaş dönemlerinde yaşanan; ABD, Britanya gibi büyük devletlerin Askeri Üslerindeki ırkçılık ve cinsiyetçilik durumlarını okuyoruz. Amerikalı siyah askerler ve Britanyalı beyaz kadınlar arasında gelişen yakınlaşma sonucunda, devletlerin bunu büyük bir ‘tehlike’ olarak algılaması ve ırkçılık yüklü aldıkları insanlığa aykırı tedbirleri okurken, sinirlenmemek ya da ‘neden’ diye sorgulamamak insanı fazlasıyla yoran diğer bir durumdur.

     İki ırk arasındaki evliliği ‘tehlike’ olarak gören sistem erillerinin kurdukları askeri üslerde fuhuşu görmezden gelmeleri, hatta bunu değerli erkek askerleri için gerekli ve sağlıklı bulmaları Enloe’nin açtığı diğer bir tartışma konusudur. “…1880’lerde kendi ülkelerinde geçersiz kıldıkları Bulaşıcı Hastalıklar Yasası’nı Britanya dışında uygulamayı sürdürdüler. Denizaşırı ülkelerinde Karargâh Yasaları adı verilen bu yasalar, denizaşırı ülkelerdeki Britanyalı askerlerin zührevi hastalık korkusu olmadan sömürge kadınlarıyla cinsel ilişkiye girmesini sağlamak amacıyla sömürgeci polis yetkililerine askeri üslerin etrafındaki kadınlara zorunlu tenasül organları kontrolü yapma izni veriyordu…”

     İlerleyen zamanlarda ise AIDS’in üsleri bulmasından sonra bu zührevi hastalık kontrolüne bir de AIDS testi eklenmiştir. Bir askerin AIDS olabileceği ve yerli bir fahişeye bulaştırabileceğinin nasıl görmezden gelindiğini Enloe’nin detaylandırdığı Filipinler örneğinde görebiliyoruz. Ayrıca bir diğer alt başlıkta bahsedilen Greenham Common’daki Greenham Kadınlarından bahsetmeden geçemeyeceğim. ABD Hava Kuvvetleri’nin nükleer füzelerine başkaldıran ve barış kampanyası yürüten bu cesur kadınların, danslarla, şarkılarla askeri üssün içine girmeleri, dünyaya seslerini duyurmaları, evlerindeki erkekleri karşılarına alabilmeleri beni en çok etkileyen örneklerden biriydi.

 

“…Şiddet karşıtı bir grup kadının rahatlıkla içeri sızdığı bir askeri üs, artık askeri bir üs sayılmazdı…”

 

     Sömürgeleşme ve askeri üslere dair siyasetlerin bağlı olduğu hesaplardan birinin de evlilik olduğunu söylüyor Enloe. Stratejik evliliklerin devletler için ne kadar önemli olduğunu ve nasıl kullandıklarını, aynı zamanda bu evliliklerde kadının statüsünü, kitabın beşinci bölümü olan “Diplomat Eşleri” adlı kısımda görebiliyoruz. Bu kısımda yazarın en çok üzerinde durduğu konular ise, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl kapsamında, ‘denetlendikleri’ müddetçe devletin siyasi araçları olarak işe yarar sayılan diplomat ve CIA eşleri kadınlardır. Sürekli kendi istek ve arzularını arka plana atmaları ve ideal bir eş gibi kocalarının peşlerinden gitmeleri beklendiğinden ve erkeklerin saldırgan siyasi dünyalarında bir denge aracı olarak görüldüklerinden bahseden yazar; kariyerlerini, hayatlarını arkada bırakan, hem ekonomik hem de psikolojik özgürlüğe sahip olmayan bu kadınların isimlerini, hikayelerini ve 20.yy’da sisteme karşı verdikleri haklı savaşı kaleme alıyor. Enloe’nin kaleme aldığı bu satırları okurken, günümüzde bu savaşın kazananlarının bu kadınlar olduklarını görmek beni fazlasıyla sevindirdi.

     “Carmen Miranda Aklımda: Muzun Uluslararası Siyaseti”, “Kot Pantolonlar ve Bankacılar”, “Tıpkı Aileden Biri Gibi: Dünya Siyasetinde Ev Hizmetçileri” isimli bölümlerde birçok örnek durum, şirket ve devlet isimleriyle birlikte Muz Cumhuriyetleri’nde yaşayan ve çok uluslu şirketlerde işçi olmak zorunda kalmış; yine çok uluslu şirketler tarafından saf Latin kızı olarak ekranlara taşınıp kullanılan Carmen Miranda’dan bahsediyor yazar.

 

     “…Alaycı bir şekilde ‘Muz Cumhuriyetleri’ olarak etiketlendirilen ülkelerle ilgili çok yazı yazılmıştır. Bunlar, toprakları ve ruhları yabancı şirketlerin elinde olan ülkeler olarak tanımlanırlar; ki bu şirketler de kendi hükümetlerinin gücüyle desteklenirler. Muz Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı artık neredeyse tamamıyla hayali bir mevhum; bu cumhuriyetler dolayısıyla saygı görmekten çok, espri konusu oluyor. Bu cumhuriyetlerin birer hükümeti var, ama bu hükümet, denizaşırı kuruluşların ve onların siyasi müttefiklerinin emirlerini yerine getirerek kendi ceplerini dolduran insanlardan oluşuyor. Böyle davranan yöneticilerin, birçoğu dev şirketlerin plantasyonlarında sömürülen kendi yurttaşlarının desteğini kazanması neredeyse imkânsız olduğu için, hükümet oy pusulalarına ya da ulusal gurura değil, silahlara ve ceza evlerine bel bağlıyor…”

 

     20.yy’da çok uluslu şirketlerin ve çok uluslu bankaların giderek güçlenmesiyle birlikte, kendi devletlerinin bir aracı haline gelmeleri birçok Muz Cumhuriyeti’ni ortaya çıkarmıştır. Enloe, bahsedilen üç bölümde, bu cumhuriyetlerde devletlerin, şirketlerin ve bankaların işçileri haline gelmiş kadınları, çok farklı bakış açılarından ele almıştır. İşçi kadınların çalışma şartları, çok uluslu şirket ve bankaların işleri kadınsılaştırması ve erkeksileştirmesi, şirketlerin erkek çalışanlarını ellerinde tutmak için cinsel tacizlere ve fuhuşlara göz yumması ya da aynı işi yapmalarına rağmen erkek işçilerine kadınlardan daha çok maaş vermesi gibi konuları inceleyen ve detaylandıran Enloe’in satırlarını okurken günümüzden çok da uzak olmadığı hissini ne yazık ki aşamadım. Kaba tabirle “elinin hamuruyla erkek işine karışma” ideolojisinin hâkim olduğu coğrafyaların varlığı, maalesef ki görmezden gelinemeyecek ve zamana bırakılamayacak kadar fazla.

     Günlük hayatta da örneklerine rastladığımız ‘bazı mesleklerin kadınsılaştırılması’ konusu, yazarın 20.yy perspektifinden, terzilik ya da yemek yapmak gibi örneklerle ele alınmıştır. Yani bu işler aslında kadınların yapabilmesi gereken, doğuştan gelen özellikleri gibi görülmüştür. Bu durum ise hem bu işleri yapabilen yetenekli kadınların yaptıkları işleri küçük göstermiş, hem de tüm kadınlara bir kimlik yüklemiştir. Bu ve bunun gibi belirli kimlikleri yükleme hareketleri ise devletler aracılığıyla kasten yapılmış ve yapılmaktadır.

     “Muzlar, plajlar ve askeri üsler” çalışmasına genel bir yorum getirmek gerekirse her kadının, özellikle uluslararası ilişkiler alanında kendisine yer edinmek isteyen her kadının mutlaka okuması gerekmektedir. Çalışmayı okudukça 19. ve 20.yy’a bir bakış atıyor gibi hissetsek de, zaman zaman 21.yy’ın ‘modern’ maskesinin altına saklanmış ve evrimleşmiş sistemi de görebiliyoruz. 20.yy kadın hareketleri ve kuruluşları sayesinde fazlasıyla yol alınmış olsa bile, birçok coğrafyada arkada bırakılmış kadınların varlığını unutmamalı, feminist perspektifimizi ve mücadelemizi şarkılarımızla, danslarımızla ve kadınlığımızla sürdürmeliyiz.

     Satırlarımın sonuna kitabın son bölümü ve Enloe’nin son sözleriyle gelmek istiyorum:

“…Uluslararası siyaseti feminist bakış açısından anlamak, bizi kuramla pratiği ayıran duvarı yıkmaya mecbur edebilir. Uluslararası siyasete yeni ve daha gerçekçi bir yaklaşım geliştirmeye başlamak için ‘feminist bir Henry Kissenger’ı beklememiz gerekmiyor. Bir kadının; hükümetin, korkularını, umutlarını ve emeğini nasıl idare etmeye çalıştığını her açıklayışında bu kuram zaten üretiliyordur…”

Fatma Betül YAŞAR

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi

Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler

Bölgesel Analiz Topluluğu




Yorumlar

Popüler Yayınlar