DANIEL DEFOE VE ROMANI


 ÖZET

 18. yüzyıl İngiltere için büyük değişimlerin yüzyılıdır. Bu yüzyılda ortaya çıkmış olan roman, belirli bir ortamda bir grup insanı içeren bağlantılı bir olaylar dizisi aracılığı ile insan deneyimlerini ele alan, kayda değer uzunlukta, belirli bir karmaşıklıkta icat edilmiş bir düzyazı anlatıdır. Bu anlatı türünün tarihe damgasını vurmuş önemli temsilcileri vardır. Daniel Defoe da bunlardan birisidir. Defeo, 18. Yüzyıl orta sınıfını tam anlamıyla temsil eder. Püritenlerin etkisiyle Defoe, her ne kadar gerek önsözlerde gerekse yazdıklarında gerçekleri yazdığını söylese de, onun gerçek anılar izlenimi vererek aslında uydurma hikayeler yazdığını savunan eleştirmenler de vardır. O, okumaya alışkın olunmayan özellikle kadın karakterler kullanarak aslında bir yenilik yapmıştır ve topluma bir ders vermek istemiştir. Peki,  romana neden ihtiyaç duyuldu? Ve roman türü neden bu kadar geç gelişti? Daniel Defoe, bu tür bu kadar geç gelişmesine rağmen nasıl bu kadar başarılı olabildi?

Anahtar Kelimeler: Kadın, Roman, Orta Sınıf, İngiltere, 18.yüzyıl.

ABSTRACT

 The 18th century is a century of great changes for England. The novel that emerged in this century is an invented prose narrative of considerable length, of a certain complexity, that deals with human experiences through a connected storyline involving a group of people in a given setting. This type of narrative has important representatives who have left their mark on history. Daniel Defoe is one of them. Defeo literally represents the 18th century middle class. Despite the fact that Defoe, under the influence of the Puritans, says that he writes the truth both in his prefaces and in his writings, there are also critics who argue that he actually wrote fabricated stories by giving the impression of real memories. He actually made an innovation by using especially female characters who are not used to reading and wanted to give a lesson to the society. Alright, Why was the novel needed? And why did the novel genre develop so late? How did Daniel Defoe become so successful in this genre, despite its late development?

Key Words: Women, Novel, Middle Class, England, 18th Century

  Asıl soyadı Foe olan, sonradan Fransız asıllı bir soylu gibi soyadına “De” eklemiş ve bir de bu “De”yi Foe’dan ayırarak bazı eserlerini böyle imzalamış Daniel Defoe, roman türünün öncüleri arasındadır. O dönemlerin sayıca yükselen ve üst ve alt olmak üzere ikiye ayrılan orta sınıfının alt kısmından olan Daniel Defoe, her ne kadar bu durumdan utanmasa, hatta sınıfını anlatma ve övme fırsatı kovalasa da yine de soyadını bu şekilde değiştirerek bizlere daha yüksek sınıfta olma isteğini göstermiştir. Belki de Jonathan Swift ve Alexander Pope gibi yüksek orta sınıfa ait olan önemli yazarlar tarafından ötekileştirilmesi onu buna sürüklemiştir.

 Defeo, 18. Yüzyıl orta sınıfını tam anlamıyla temsil eder. Daha önce de söylediğim gibi, her bulduğu fırsatta alt orta sınıf değerlerinden bahsetmek ve onları övmek ister. The Complete English Tradesman ve The Complete English Gentleman yayımlarında bu övgüyü sıkça görürüz. Bunu Robinson Crusoe adlı eserinde, Crusoe’un babasının savunmasında da görürüz. Onlar, orta sınıfın huzur içerisinde, erdemli bir hayat yaşadıklarını savunurlar.

 Hayatıyla ilgili çok da ayrıntılı bilgiye ulaşılamayan Daniel Defoe, damadının deyimiyle "to hide himself in mists" yani "kendisini sisler içerisinde saklar". Fakat onun hakkında bildiğimiz şeyler de vardır. Örneğin, kendisini ve ailesini geçindirmek için yapmadığı iş kalmamıştır. Girişimlerinde bazen başarılı olmuştur, bazen iflas etmiştir. Yaşamının varlıklı dönemlerinde neler hissettiğini de pek bilmesek de yoksulluk zamanlarını Mina Urgan’ın[1] deyimiyle “şiirsellikten uzak olan şu şiiriyle” ifade etmiştir:

“No man has tasted differing fortunes more,

And thirteen times I have been rich and poor.”

“Ve 13 kere batıp çıkan ben kadar

Hiç kimse tatmamıştır değişik talihsizlikler.”

 Ömrü boyunca hayatını kazanmak için çalışan Defoe, altmışından sonra düşüncelerini ve öykülerini satmaya karar verir fakat yine de yoksulluk içinde ölür. O, aslında tüccardır ve yazdıklarını satmayı da bir ticaret olarak görür. Belki de girişimlerinin herhangi birinden tatmin olacağı bir para kazansaydı, bugün Moll Flanders, Roxana gibi önemli eserlere sahip olamayacaktık. Bir insan ömrü boyunca bir amaç için yaşayıp, çoğu kez erişip ve onu tekrar ve tekrar kaybedip en sonunda da o amaç olmadan ölmeyi bence hak etmez. Sırf bu sebepten ötürü bile önemli bir insan olan Defeo’nun özellikle edebiyat alanında da önemli sayılmasının bazı nedenleri vardır: Karakterleri gerçek İngilizlerdir, yabancı yazarlardan taklide yer vermemiştir, daha önce var olmayan bir tür geliştirmiş ve bu türde önemli gelişmelere imza atmıştır, romanları gelişigüzel ve plansız yazılmıştır. Romanlarının plansız yazılmasıyla ilgili Ian Watt[2], daha sonradan ele alacağımız Defoe'nun Moll Flanders adlı eserinin yankesiciler ile ilgili olan bir bölümü için şöyle bir eleştiride bulunmuştur:

"Görünen o ki Defoe paragrafı yazmaya başladığında sonunu nasıl bağlayacağını galiba kafasında şekillenmemişti ve başka bir hadise aklına gelene kadar açıklayıcı bir geçiş uydurmakla yetinmişti."

 Defoe da gelecek bu eleştirileri bilircesine ve kabul edercesine, belki de en fazla gurur duyduğu eser olan The True-Born Englishman (Safkan İngiliz) adlı eserinin önsözüne şu satırları yazmıştır:

            "...daha şimdiden şunları söyleyebilirim ki, eserimdeki bayağı üslup, kaba           nazım ve hatalı dil yüzünden -bunlar daha titiz olmam gereken konulardı- epey          eleştirileceğim..."

 Defoe, her ne kadar gerek önsözlerinde gerek ise yazdıklarında gerçekleri yazdığını söylese de, onun gerçek anılar izlenimi vererek aslında uydurma hikayeler yazdığını savunan eleştirmenler de vardır. Örneğin William Minto, Defoe hakkında "büyük ama hakikaten büyük bir yalancı, belki de gelmiş geçmiş en büyük yalancı"[3] der. Defoe ise, Moll Flanders adlı eserinin önsözünde eserinin önsözüne şu satırları yazmıştır:

“Who was Born in Newgate, and during a Life of continu'd Variety for Threescore Years, besides her Childhood, was Twelve Year a Whore, five times a Wife (whereof once to her own Brother), Twelve Year a Thief, Eight Year a Transported Felon in Virginia, at last grew Rich, liv'd Honest, and dies a Penitent. Written from her own Memorandums …”

“Newgate'de doğan, çocukluğunun dışında, 60 senelik farklı hayatlar yaşayan: 12 yıl hayat kadını, beş defa eş ( biri kendi kardeşi olmak üzere), 12 yıl hırsız, 8 yıl Virginia'da bir suçlu olan; nihayetinde zengin olup dürüst yaşayan ve tövbekar olarak ölen Moll.”

 Defoe'nun bu satırları yazma sebebi, biraz da dönemin saygın isimlerinin ve çoğu insanın Püriten olmasından kaynaklanır. Püritenler, İngiliz Kilisesi'nden ayrılmış, Tanrı tarafından seçilmiş olduklarına inanan, kendi inanış biçimleriyle yaşamayı seçmiş ve seçilmeyenleri kurtarmayı amaç edinmiş bir gruptur. Bu grup dinlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Öyle ki, kurmaca hikayelerin yazılmasına ve okunmasına günah olarak bakarlar. Daniel Defoe, bu önsözü yazarak anlattığı karakterin aslında gerçekten yaşamış bir insan olduğunun, bu karaktere "Moll Flanders" takma adını vererek karakterin hayatını anlattığının altını çizmek ister. Bu satırları yazmadaki amacı, kurmaca hikaye anlatmadığını söylemek dolayısıyla günah işlemediğini söylemek ve günahkar bir kadını anlatarak, kötü bir örnek yazarak topluma ders vermektir. O, aslında hiç kimseyi karşısına almadan, sadece hayatını kazanma derdindedir. Defoe'nun kurmaca mı yazdığının yoksa gerçek karakterler mi yazdığının kararını vermek sanırım eserlerini okuyan ve onun hayatını bilenler olarak bizlere düşüyor.

 Defoe'yu daha iyi anlamak için, 18.yüzyıl İngilteresi’nin tarihi arka planına da göz atmamız gerekir. Siyasi olarak İngiltere, 1707'de İngiltere ve Galler (ki bunlar zaten birleşmişti), İskoçya ile birleşerek Birleşik Krallık kurulduğunda ortaya çıkmıştır. İngiltere 1701'den, 1714'e kadar süren bir çatışmada İspanya ile savaş halindedir. 1715-16'dan İskoçya'nın Birleşik Krallık'tan ayrılmasını isteyen İskoç isyancılarla savaş vardır. 1742-48 arasında, Fransa ve Almanya ile savaştadır. 1756-63 arasında (ki bu Yedi Yıl Savaşı olarak bilinir) tüm Avrupa, İngiltere'nin ve Fransa'nın diğerlerine önderlik ettiği şekliyle savaştadır. Yedi Yıl Savaşı, beş kıtaya yayılan küresel bir çatışmadır. Yerli Amerikalılarla (1763-6) ve Mysore Kızılderilileriyle (1766-9) bir savaş vardır. 1775-83 Amerika, bağımsızlık için İngiltere'ye ve 1780-84'ten Hollanda'ya karşı savaşmıştır. 1775-92 arası dönemin büyük bir bölümünde Hindistan'da savaş şiddetle devam ederken Avustralya Aborjinlerine karşı 1788'de, Fransa ile 1793-1801'de yeniden savaş çıkar ve 1789-9'da Hindistan'da daha fazla savaş çıkar. Kısacası, 18. yüzyılın büyük bir bölümünde İngiltere savaştadır. Tüm insanlık tarihinin en etkili devrimi Britanya'da başlar: Sanayi devrimi. Aynı zamanda buhar motoru icat edilir. İngilizler, bir madenden su pompalamak için buharla çalışan bir cihaz kullanırlar. Bu, ticari olarak başarılı ilk motordur. Avrupa'da yeni mallar -pamuk, kahve, baharat, çay vb. yüksek talep görürdü. Bu, köleliğin artışına sebep olmuştur. Köle kurbanlar avlanıp yakalanırlar, korkunç koşullarda Atlantik Okyanusu'nda taşınıp istismar edilirler. Kötü muamele görürler, satılırlar ve birilerinin malı olurlar. Tüm bunların yanında, 18. yüzyılda İngiliz siyasi sistemini kral ve Parlamento arasındaki güç paylaşımı oluşturur. Temelde parlamento seçkinlerin elindedir. Yasaları onlar yaptılar ve onları -çoğunlukla- kendi çıkarları için yaparlar.

 Eğitim esas olarak, yetimler için hayır okulları ve alt sınıf ailelerin çocukları için ayrıcalıklı, kadın okulları; orta derecede zenginler için yatılı okullar ve üst sınıflar için evde eğitim yoluyla sağlanmaya devam etti. Teorik olarak, bekar kadının yasal statüsü 18. yüzyılda bir erkeğinki ile aynıydı. Kadınların bahçeye bakmaları, aile için yemek pişirmeleri, çocuklara bakmaları ve kocalarının ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamaları bekleniyordu. Kadınlar oy kullanamıyorlardı. Kısacası 18. yüzyıl büyük değişimlerin, savaşın ve imparatorluğun, üretimin makineleşmesinin, pazarların büyümesinin, kentsel toplumun gelişiminin yüzyılıydı. Ancak, önemli bir sosyal reformun olduğu ve insan haklarının ilerlediği bir dönem değildi. Birtakım icat ve keşiflerin gerçekten şekillenmeye başladığı bir çağ nedeniyle 19. ve 20. yüzyıllara zemin hazırlamıştır. Bu yüzyılda yaşanan değişimler, keşifler, buluşlar ve bilimsel devrimin yanı sıra özellikle açık denizlerde ticaret ve seyahatteki genişlemenin gelişmesi, modern dünyada olan şeylerin çoğunun arka planını oluşturur.

 Konumuz Defoe ise ve özellikle Defoe'nun roman yazarlığını inceliyorsak, roman nedir ile başlamamız icap eder. Roman, belirli bir ortamda bir grup insanı içeren bağlantılı bir olaylar dizisi aracılığıyla, insan deneyimlerini ele alan, kayda değer uzunlukta, belirli bir karmaşıklıkta icat edilmiş bir düzyazı anlatıdır. 18. yüzyıla kadar roman, aşk ve macera hakkında destansı eserler olan romansların aksine, özellikle kısa aşk ve entrika kurgularına atıfta bulunuyordu. 18. yüzyıl boyunca roman, eski romantizmin özelliklerini benimsedi ve başlıca edebi türlerden biri haline geldi. İlk roman örnekleri İngiltere'de 1700'lerin başında ortaya çıkmaya başladı, bu nedenle diğer edebi türlere kıyasla yavaş bir gelişme gösterdi. Peki, roman türü neden bu kadar geç gelişti?

 Romanın geç gelişmesinin üç ana nedeni vardır: Sözlü edebiyat ve şiire dayalı kültürel ve edebi gelenekler, şiirin kısa ve etkileyici olması nedeniyle dini ve ahlaki öğretileri yaymak için bir araç olarak kullanılması ve kağıt ve matbaa gibi araçların yetersiz olması. Aynı zamanda, Sanayi Devrimi, Birleşik Krallık'ın sosyo-ekonomik ve kültürel durumu üzerinde derin bir etkisi olan tarım, imalat, madencilik ve teknolojide büyük değişiklikler getirdi. Sanayi devriminden sonra İngiliz romanını ortaya çıkaran bir etken de orta sınıfın yükselişidir. Bu sınıf iktidara yükseldi ve ekonomik olarak iyileşti. Aristokrat sınıfın boş zamanları için epik romantizm ve drama vardı ancak orta sınıfın zaman geçirebileceği hiçbir şey yoktu. 18. yüzyılda orta sınıf güç kazanırken, boş zamanlarında okumak için kendilerine ait bir türe sahip olmak istediler ve bu, romanın tanıtıldığı zamandı.

 Roman yazılmaya başlandı, belirli bir kitleye de ulaştı. Peki, romanın yükselişinde rol oynayan faktörler nelerdi? 1700'lerden önce tiyatro baskın sanat biçimiydi, okuma yazma bilmeyen bir toplum vardı ve tiyatro yapıldığında insanlar okur yazar olmak yerine dinleyip izleyebiliyordu. Ancak Püritenlerin etkisiyle tiyatrolar azalmaya hatta kapanmaya başladı. Bu boşluğu doldurmak isteyen oyun yazarları, romancılara dönüştü. Aynı zamanda, bu zaman diliminde eğitim zorunlu hale geldi ve okuma eğitim sürecinin bir parçası oldu, Böylece okuma yazma bilmeyen toplum, kitap okumak için okur yazar bir topluma dönüştü. Bu sayede 18. yüzyılda okuma yazma oranı arttı. 1447 yılında Alman matbaacı Johannes Gutenberg tarafından matbaanın icadı ile Avrupa'da matbaacılık endüstrisinde yeni bir dönem başlamıştır. Böylece iletişim yaygınlaşır ve farklı yeni fikirler geniş kitlelere ulaşır. Batı toplumlarında düşünce alanındaki ciddi değişimler 16. yüzyılda Rönesans'ın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle, matbaa evrensel okur yazarlığa doğru ilerlemeye yol açtı, çünkü insanlar kitapçıklar gibi her türden yazılı edebiyata ve elbette roman gibi daha uzun yazılara daha fazla erişime sahip olurlar. Taşınabilir kütüphaneler, taşınabilen halk kütüphaneleridir ve özellikle yöredeki halk kütüphanesinden çeşitli nedenlerle yararlanamayan kırsal kesimdeki insanlara hizmet vermektedir. Böylece şehirdeki bir vatandaş ile köydeki bir vatandaşın aynı haklara sahip olmasını sağlarlar. Tüm bu romanın yükseliş nedenlerinin yanı sıra, en önemli faktör kadındır. Gündüzleri kocaları işteyken, evde yardımcıları olan ve ev işi yapmak zorunda olmayan orta sınıf kadınları, zamanlarını okuyarak geçirmeye başlarlar. Bu dönemlerde aşk evlilikleri de fazla olduğundan, kadınlar romanlarda kendilerini buldular. Aphra Behn, Charlotte Smith, Sophia Lee ve Eliza Heywood; Daniel Defoe gibi romancıların ilk öncüleri idir.

 Peki, romana neden ihtiyaç duyuldu? Orta sınıfa mensup insanlar neden romanlara bu kadar talepkar davrandılar? Romanslardan farklı olarak, 18. yüzyıl romanları gerçeği anlatır. Karakterler, orta sınıftandırlar, günlük rutin işler yaparlar ve gelişebilirler. Romanlarda zaman, takvim ile gösterilebilir ve kronolojik olarak izlenebilir. Romanda detaylı bir anlatım vardır ve gerçek mekanlar kullanılır. Ayrıca romanın belirli bir zirveye giden spesifik bir konusu vardır. Ek olarak, orta sınıf insanlar okuyucu kitlesi olarak baz alındığından, dil sade ve orta sınıfın gündelik kullandığı dildir. Romansta ise, karakterler olağanüstü güçlere sahiptirler, burjuva sınıfına mensupturlar yani toplumda önemli bir yerleri vardır ve değişim göstermezler, ne iseler odurlar. Romanslarda zaman kavramı ya yoktur ya da belirsizdir. Aynı zamanda mekanlar da belirsizdir ya da bahsediliyorsa bile kaleler, büyülü veya gizemli yerler gibi herkesin ulaşamayacağı yerlerdir. Ek olarak, romansların okuyucu kitlesi üst sınıf insanlar olduğundan, dil süslü ve kasıntıdır, sembolizm sıkça görülür. Orta sınıfa mensup insanlar, artık romanslardan sıkılmışlardı. Daha doğrusu, toplumu üst sınıfların yönetmesinden ve şekillendirmelerinden sıkılmışlardı. Artık kendileri de bu toplumda birer birey olduklarını hissetmek ve göstermek istiyorlardı. Aslında romanın işte böylesine derin bir yarayı onarma gibi bir gücü de vardır.  Biz o dönemde yaşayan bir orta sınıf insanı olsak, eminim bizler de bize daha yakın olan, bizleri anlatan romanları okumayı tercih ederdik.

 Konu Daniel Defoe ve eserlerine geldiğinde ise söylenecek çok fazla söz vardır. Defoe'nun romanı ile ilgili yapılabilecek en önemli tespit, onun karakterleri aracılığıyla aslında kendi yaşamını anlattığıdır. Buna kanıt olarak eserlerin birinci tekil şahıs ağzından anlatılması ve onun - anlattığım gibi - hayatını kazanmak uğruna yapmayacağı şey olmadığını bilmemizdir. Aslında bu söylem, onun yaptıklarının yanında biraz da kuru kalır. Gerçekte o, dönemin gerçeklerini, eğilimlerini ve isteklerini anlatır. Karakterler bu eğilimleri ve istekleri gerçekleştirir, belki de birçok okuyucudan farklı olarak. Defoe’nun döneminde okunmasının sebeplerinden biri de budur. İnsanlar onun eserlerini okuyarak gidemedikleri yerlere giderler, yapamadıkları suçları işlerler, olamadıkları yerlerde olurlar.

 Büyük İngiliz romanlarından biri olarak kabul edilen Moll Flanders’da, hapishanede doğumdan nihai refaha kadar Moll, aşkı, hırsızlığı ve fahişeliği kâr ve zarar açısından değerlendirir ve olağanüstü bir karakter olarak ortaya çıkar. 1722'de yayınlanan Moll Flanders, en eski İngiliz romanlarından biridir. Pek çok erken dönem romanı gibi, birinci tekil şahıs ağzından anlatılır ve gerçek bir anlatım olarak sunulur, çünkü o zamanlar uzun, gerçekçi bir kurgu eseri fikri henüz yenidir. Bu eser, sadece eğlenceli ve aksiyon dolu bir hikaye değildir, aynı zamanda toplumun canlı bir resmini çizer. Moll, yaratıcılığı ve sıra dışı yaşamı nedeniyle istisnai ve alışılmadık bir karakter olmasına rağmen, Moll'un yüzleri, toplumuna sağlam bir şekilde kök salmıştır. Moll, bir mahkumun kızı olarak hayata büyük bir dezavantajla başlıyor: tüm çocukların ihtiyaç duyduğu şeylere erişimi sınırlı olduğu için, özellikle kadınlar için gerekli olan aile ve arkadaş destek sisteminden yoksun. Onları koruyacak herhangi bir sistem olmadığından, hükümlülerin çocukları, hiçbir eğitim almadan, hiçbir umutları olmadan dünyaya atılır. Sonradan ya açlıktan ölürler ya da ebeveynleri için kötü sonuçlanan suçlardan birini işleyerek doğdukları yere geri dönerler, tıpkı Moll gibi. Fakat Moll’ün başka bir seçeneği yoktur. Genç bir kızken, hizmetçilik yaptığı yıllarda öğrendiği yegane şey, iyi bir yaşam sürmesi için evlenmesi gerektiğidir. 48 yaşında dul kaldıktan sonra ise, evlilik ile ilgili umutları söndüğünden kendisini hırsızlık yaparken bulur. O dönemlerde iş gücü çok ucuz olduğundan, Moll’ün çocuklarına bakabilmek adına yapabileceği başka hiçbir çıkar yolu yoktur. Tüm bu zorluklara ve tehlikelere rağmen, Defoe'nun verdiği tablo tamamen siyah değildir. Umut ve çıkar yol, her zaman vardır. Belki de Moll Flanders'a ve temsil ettiği topluma bu kadar canlı ve yoğun bir nitelik veren biraz da tehlikenin çekiciliğidir. Aynı zamanda, Defoe, yalnızca ilk romanı Robinson Crusoe’da değil, Moll Flanders adlı eserinde de yine o dönemlerde var olmayan bir kelimeyi çalışmıştır: Feminizm.

 Daniel Defoe’nun hayatını kazanmak için yazdığını söylemiştim. Bunun en güzel karşılığını Robinson Crusoe adlı eserinin best-saller olması ile alır. İçerisinde tam bir kapitalist ve emperyalist karakterleri barındıran ve bireyciliğin önemli bir örneği olan Robinson Crusoe, gezi yazısı türünde yazılmış gibi görünse de, pikaresk bir yanı da vardır, tıpkı Moll Flanders adlı eserin pikaresk olmasının yanında biyografi olması gibi. Bireycilik sözcüğünün bile İngilizce’ye 19.yüzyılda girdiğini düşünürsek, 18.yüzyılda var olmayan bir kavram üzerine güzel bir örnek yazısı yazmak, Daniel Defoe’nun bugün konumuz olması sebeplerinden biridir. Bu eserde, tıpkı diğer eserlerde olduğu gibi ekonomik bireycilik vardır: karakter, ekonomik bağımsızlığını kazanmak, hem bireysel hem toplumsal gerçeklerinden kaçmak için bir adaya seyahat eder. Evi ve aileyi terk etmek ve var olan düzene bir şeyler ekleme çabası, bireyciliğin temel özelliklerinden biridir. Bu bilgiye dayanarak şunları söyleyebiliriz, Robinson Crusoe, bireyci bir karakterdir. Daniel Defoe, diğer eserlerinde de olduğu gibi, çıkarları doğrultusunda aile bağına çok da önem vermez. Eserlerindeki bu tavrı, “Aile Eğitmeni” adlı eserindeki tutumuyla çelişse de, romanlarında bize teoriyi değil pratiği yansıttığının bir kanıtıdır. Defoe, romantik aşka düşmanlıkla bakar, cinselliği küçümser, evliliği ise çıkar anlaşması olarak görür. Sonuç olarak, Defoe’nun romanlarında ve özellikle bu eserde duygular, ekonomik çıkarlarla çevrelenmiş durumdadır.

  Robinson karakteri, bir orta sınıf mensubu yani yönetilen olarak, dönemin getirdiği alt-üst ilişkilerinden memnun değildir. Onu adaya sürükleyen sebeplerden biri de devlettir. Bu da, Defoe’nun aslında “devlet” kavramına karşı olduğunun bir göstergesidir. Robinson, bu ilişkiyi sevmemesine rağmen, adada yalnızlık zamanlarında istediği gibi bir erkek köle olan Cuma’ya onun ustası gibi davranır. Bu da, adadaki kapitalizmin ve sömürgeciliğin önemli örneklerinden biridir. Örnek vermek gerekirse, o dönemlerde tıpkı İngiltere’nin Hindistan’ı sömürmesi gibi, Robinson da Cuma’yı her açıdan sömürür çünkü onun ustası, efendisidir. Cuma’nın Hintliler gibi çat pat İngilizce konuşabilmesi de, bu benzetmenin doğruluğunu bizlere gösterir. Aslında bu durum, bizlere insanın yönetici olma eğiliminde olduğunu da gösterir. Robinson karakteri, tam anlamıyla benmerkezcidir. Yırtıcı doğayı ve Cuma’yı dize getirdiğini düşünerek mutlu olması, benmerkezciliğinin en büyük kanıtıdır. Robinson Crusoe’nun adada yarattığı yeni düzen, onun için bir ütopyadır. Fakat sonu başından belli bir ütopya… Robinson, İngiltere’yi birçok yönden sorgular fakat yine kendisini öğrendiklerinden yola çıkarak yarattığı bir İngiltere’de bulur.

 1724’te yayımlanan Roxana or the Fortunate Mistress, oldukça ilginçtir. Tam anlamıyla ustaca kurgulanmış bir pikaresk romandır. Öyle ki Virginia Woolf bile bu romanı İngiliz edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak görür. Bu olayı, Woolf’un feminizmi ile açıklayabiliriz. Çünkü, romanın ana karakteri, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada erdemlice ve gönlünce bir hayat yaşayabilmek için hayata direnen ve tutunmaya çalışan bir kadındır. Özellikle hem Moll hem de Roxana adlı kahramanlar ile Defoe, kendi kaderinin sorumluluğunu üstlenmeye zorlanan ve hayatta kalabilmek için hırsızlık ve fuhuş da dahil olmak üzere yasadışı ve bazen suç teşkil eden uygulamalara başvurmak zorunda kalan bir kadının deneyimini araştırıyor. Roxana, genellikle Defoe'nun başlıca eserlerinin hem psikolojik olarak en karmaşık hem de en karanlık olanı olarak görülür. Defoe, dünyada hareket ederken Roxana'ya ne olduğuna değil, iç dünyasının bu deneyimlerle nasıl şekillendiğini keşfetmek için daha fazla zaman harcar. O, ayrıca bu romanı daha sert bir şekilde bitirir ve diğer iki kahramanın aksine Roxana'nın çeşitli kabahatlerinden dolayı pişman olduğunu ima eder. Bu öyküde Defoe, okuyucuyu kişisel özgürlüğü için savaşan bir 18. yüzyıl kadınının hayatına götürür. Roxana karakteri, ilk kocası ailenin servetini mahvettikten sonra sokaklara düştüğü için zorlu bir hayat yaşar ve sonradan Roxana, onu kalan küçük mülkü elinde tutmaya iten güçlü bir güç hisseder. Bakması gereken çocuklarla birlikte kendini çözmesi gereken bir çıkmazın içinde bulur. Ailesini barındırmak ve kişiliğini yönetme hakkını korumak için, yeni bir adama eş olmaktansa ev sahibine fahişelik yapmayı seçer. Defoe, hikaye aracılığıyla, evliliğe tutkuyla karşı çıkan bir karakteri canlandırarak, 18. yüzyılda kadınlar için sosyal kurallara meydan okuyan feminist bir felsefe sergiler. 18. yüzyılda, yasalar ve sosyal davranış, bir kadının dünyadaki yeteneklerini kısıtlamak için çaba sarf ederken, kadınlara tatmin edici bir varoluş sürdürmeleri için çok az seçenek sunulmuştur. Defoe, Roxana boyunca emsallerine özgü güçlü bir konum sunar: kadınları savunan bir konum. Roxana karakteri, kadınların özgürlüklerini tartışması konusunda zamanının ilerisindedir ve nadiren özgürlüğe izin veren bir toplumda bir kadının özgürlüğü bulmak için izlemesi gereken yolun bir resmini çizer. Bekar bir kadın olarak itibarını koruyarak, özerkliğine ek olarak finansal güç de bulur. Bugün bir fahişe olarak yaşamaya hayran olunmasa da, Roxana'nın çabaları ve toplumun erkek üyeleri için bir kukladan daha fazlası olma özgürlüğü duygusunu sürdürmedeki başarısı alkışlanabilir.

 Daniel Defoe’nun romanın babası mı yoksa yüz karası mı olduğu konusu, eleştirmenler tarafından halen tartışılmaktadır. Bu tartışmalar, eleştirmenler arasında fikir ayrılıkları ve anlaşmazlıklar doğurmaktadır. Virginia Woolf ve Samuel Taylor Coleridge gibi hayranları olmasına karşın, Mark Schroerer ve William Minto gibi Defoe'yu suçlayan ve eserlerinde ahlak yetersizliği olduğunu söyleyenler de vardır. Şüphesiz, emin olunan tek şey, Defoe'nun yaşadığı zamanlarda amacını gerçekleştirip eserlerinden para kazanabilmiş olmasıdır. İyi ya da kötü, bir şekilde kendisinden bahsettirmeyi başarmıştır.

KAYNAKÇA

Urgan, Mina, İngiliz Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 2003

Watt, Ian, Romanın Yükselişi, Chatto&Windus, 1957

Forster, E.M., Roman Sanatı, 1982




Buse ÇINAR

Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

 İngiliz Dili ve Edebiyatı

Bölgesel Analiz Topluluğu


[1]İngiliz Edebiyatı Tarihi, sayfa 751

[2] Romanın Yükselişi kitabı, sayfa 112

[3] Daniel Defoe, Londra, 1887, sayfa 169


Yorumlar

Popüler Yayınlar