Sovyetlerin Muktedir Tanrısı Lenin ve Onun Baş Yapıtı: Devlet
Marksizm’de açık bırakılan devletin konumu ve işlevi Leninizm ile birlikte derli toplu şekilde kurumsallaştırılmıştır. Bilimsel sosyalizm ile bütün damarları doldurulan devlet, Lenin’in müdahaleleri ve yönlendirmeleri ile SSCB’nin hemen hemen tüm yapılarına tesir etmiştir. Gerek devrim öncesi gerek sonrası teorik tartışmalarda son derece etkili olan Lenin “çoğunluğun” dikkatini celb ederek, gün geçtikçe artan bir taraftar kitlesi toplamıştır. Nitekim kendisinin sıklıkla Sovyet Prezidyum ve plenumlarında tekrar ettiği gibi: “Çoğunluk kuralı daima bir vasatlık kuralıdır.” Söz gelimi Bolşevik kavramı doğrudan doğruya “çoklukla” ilintili bir meseledir. Burada, Lenin ve Leninizm’e dair geniş bir spektrumda, derinlemesine tartışma yapılmayacaktır. Başlıca eksenimiz Lenin’in magnum opus’u yani “proleterya diktatörlüğü”dür.
Devlete
dair teorik bir çalışmanın ehemmiyeti, 1916’da Lenin’in ayırdına vardığı bir
husustu. Bu kaygının en somut ve arkaik tezahürü “Gençlik Enternasyonali” adlı
makalesiydi. Daha sonra gelen yarı pişmiş bir teorik arka plana sahip “Devlet
Üzerine Marksizm” başlığını taşıyan kitap, kapağı kadar mavi değildi. İçerik
dönemin ruhunu doğrudan doğruya yansıtıyordu, son derece otoriter bir üslup ve
tumturaklı nutuklarla bezenmiş bu kitap, “Devlet ve Devrim”in yazarını adeta
inkar eder nitelikteydi. 1905’de başarısız bir devrim ve silik isyancıların
haleleri Lenin’in zihnine çökmüştü. Yapılması gereken bölük pörçük ideolojik
fraksiyonları ve hizipleri, temel mesele –benim ve şahsen liberter tarihçilerin
ana damar olarak gördükleri- otorite konusunda konsensusa bağlamaktı. Lenin’in
otorite konusunda ki ‘namı’, Herostratus vari ün ile tahayyül edilebilir.
Anti-otoriterler onun için bir çocukluk hastalığına yakalanmışlardır. Başta
sol-komünizm ile kavramsallaştırıyordu daha sonra çocukluk hastalığı. Parlak
sözlere meraklı bir şarlatandan aksi beklenemezdi elbette. Onun için otorite
meselesi onuncu dereceden önem taşıyan şeyler arasındaydı. Lakin bu sıralama
1917 Ağustos’ta altüst olarak 1. Sıradan gündeminde yer aldı. Peter Marshall’ın
ifade ettiği gibi şiirsel ve balmumu kadar yumuşak sözlerle adeta anarşistlere
ve diğer liberterlere kucak açıyordu. Devrimci havayı ve gelecekte cereyan
edecek barut kokusunu iyice içine çekmişti. Fildişi kulesinde başlamıştı,
Leninizm’in Matta’sını yazmaya.
Devlet ve Devrim’in
Tohumları
Marks’ın
gözünde anarşistler tutarlı bir devlet, beraberinde sınıf çözümlemesi
yapamamışlardır. Ya Stirner gibi bireyci bir tutum alıyor, köylülüğü savunurken
Proudhon’un yaptığı gibi “küçük burjuva” bir yaklaşım benimsiyor ya da Bakunin
gibi tanımlanmamış bir “halk”ın ya da “lümpen proleterya”nın yaratıcı
enerjisine “oportünist” ve “voluntarist” bir inanç besliyorlardı. Devlet, Marksist anlatıma göre, doğrudan
doğruya sınıf karşıtlıklarının bir ürünüdür. Sınıflar arasındaki çıkarlar
uzlaştırılamadığı takdirde her yerde ve her koşulda devlet ortaya çıkar.
Marksist tarihsel diyalektik burada kusursuz işlemektedir. İşte toplumun
içinden fırlayan ve peyderpey ona tepen bakan ve oldukça yabancı olan bu kurum
mutlak gücü kuşanmış olan devlettir. Bir sınıf egemenliği organı olan devlet,
mutlak surette antagonik bir ilişki düzeyinde, altındaki veya düşman bellediği diğer
sınıflarla sonu gelmez savaşlara girişir. Bu kapitalin koruyucusu bir devletse,
işçileri düşman beller. Kızıl elitin koruyucusu ise, köylü, marjinal ve elbette
liberterleri düşman beller. Marks için bu kurum sınıflar arasındaki çatışmayı
hafifletip, bu tahakkümü tüzel bir karaktere yükselterek, düzenin devamını
sağlar. Antagonik mefhum burada deforme oluyor. Anarşistlere göre doğrudan
doğruya sınıf çatışmasını palazlayan devlettir. Bakunin, Devlet ve Anarşi’sinde
bu “hafifletme” meselesine sert bir giriş yapar: “Nerde devlet varsa orda kaçınılmaz olarak tahakküm ve dolayısıyla
kölelik vardır. Açık veya kamufle edilmiş köleliğe dayanmayan bir devlet
düşünülemez.”. Marks’ın ve diğer Ortodoksların düzen göndermeleri, esasında
devletin sağlayacağı düzenin arzulanmasıdır. Kamufle edilen bu arzu,
Marksistleri iştirak eder. Bu düstur Lenin’in, Devlet ve Devrim’inde sancılı
altüst oluşlarla kendisini gösterir. Lenin baş aşağı duran Marks’ın devletini
ayakları üzerine oturtur: “Eğer devlet,
sınıflar arasındaki karşıtlıkların uzlaşmazlığının bir ürünüyse, eğer toplumun
üzerinde duran ve gitgide ona yabancılaşan bir güç ise, o zaman ezilen sınıfın
kurtuluşu için yalnızca şiddete dayalı bir devrimin değil, aynı zamanda, egemen
sınıf tarafından yaratılmış olan ve bizatihi bu yabancılaşmayı cisimleştiren
devlet iktidarı aygıtını yok etmenin de gerekli olduğu açıktır.”
Bu
görece omurgasız manevralar ve otoriter Marksizm’den sapmalar, çalışmanın
başında hipotetize ettiğimiz, Lenin’in birlik oluşturma çabalarının bir
tezahürüdür. Bu liberter güzellemeler ilgili çalışmada ardı arkası
kesilmeksizin sayfaları doldurmaktadır. Kropotkin’in sürgünden kaçışı o dönem
Fransa’da çalışmalarına devam etme olanağı sağlamıştı. Rusya’daki toplumsal
dalgalanmayı yakından takip ediyor, ara sıra Lenin ile mektuplaşıyordu. Bu
mektuplaşmaların bazılarında devlet mefhumuna dair ciddi tartışmalar
yapılıyordu. Lenin, Kropotkin’e ısrarla savunusunu yaptığı “halk devleti”
nosyonunu, Devlet ve Devrim’de bozuyor. “…
Kaldı ki, her devlet, ezilen sınıfın tahakküm altına alınması için kullanılan
‘özel bir güç’tür. Dolayısıyla hiçbir devlet ne ‘özgür’dür ne de ‘halk
devleti’dir.” Bir süre sonra mektuplardan bıktı ve yardımcılarından birine
şöyle dedi: “Bu örümcek kafalı ihtiyar beni baydı. Siyasetten zerre kadar
anlamıyor ve saçma sapan tavsiyelerde bulunuyor” Lenin, açıkça marksizan bir
terminoloji ile oportünizmin pençeleri altında soluklanır. Karl Kautsky’i tüm
entelektüel tartışmalarda oportünist olmakla suçlayan Lenin, bu kitapla onun
ayakkabılarına talip olduğu görülmektedir. Özellikle anarşizmin “işçi sınıfı
hareketinin oportünist günahlarının sık sık rastlanan bir cezası” olduğunu ilan
etti. Bu çelişkiler sarmalı her sayfada ilmik ilmik örülür.
Lenin,
devletin gelişim çizgisini imlemek adına, sönümlenme mefhumuna sık sık gönderme
yapar. Sönümlenme ancak tarihsel diyalektik uyarınca işler ve Marksizm’in
önemli momentlerindendir. İlkin, şiddeti kuşanmış ve örgütlenmiş işçiler,
ezilen sınıf adına devlet kurumunu işgal edip, ele geçirir. Daha sonra tüm
kurumsal yapılar bilimsel sosyalizm doktrinine göre yeniden inşa edilir. Bu
kurum devrim anında ve sonrasında şiddet tekelini egemen sınıfı – ve arzu
ettiği kişileri- baskı altına alma, kontrol etme ve sistematik şekilde yok etmek
için kullanır. Engels’in dediği gibi bu durum ‘top, tüfek ile’ mümkün olur.
Tekrardan sönümlenme meselesine dönecek olursak, bu ele geçirilen devlet
sönümlenmeye yüz tutmuş olan bir devlet olacaktır. Bu iyimserlik klasik metinlerin
bir yansımasıdır. Marks’a göre “…proleteryanın ancak sönümlenmeye yüz tutmuş
bir devlete, yani derhal sönümlenmeye başlayacak şekilde örgütlenmiş ve
sönümlenmesi kaçınılmaz olan bir devlete ihtiyacı vardır…”
Devletin
özgül bir cebir formunda örgütlendiği apaçıktır. Lakin bu cebirin mütemadiyen
devam etmeyeceğini düşünmek, anın gerçekliğinden ziyade arzu edilir geleceğin tuzağına
düşmek olur. O sancta simplicitas! Lenin, sönümlenme ile devlet iktidarına
incir yaprağını koyar. “Proleterya hem
sömürücülerin direnişini bastırmak hem de toplumun ezici çoğunluğuna
(köylülere, küçük burjuvaziye ve yarı-proleterlere) sosyalist ekonominin
örgütlenmesi görevinde önderlik etmek için devlet iktidarına, merkeziyetçi bir
zor aygıtına, bir şiddet örgütüne ihtiyaç duyar.”
Engels’in
sanayi üretiminin oldukça hiyerarşik ve ast-üst ilişkisi ile örgütlenebileceğini,
aksinin gerçeküstü olduğunu ifade etmesi Lenin’in Sovyet Devleti’ne karşılık
geldiği görülmektedir. Lakin sanayinin en nihayetinde kendini merkezsiz ve
yatay örgütlenmeye bırakacağını düşünmezler. Devlet kurumu en başından şiddetin
ve hiyerarşik sistemin devamını sağlayacak yapı olarak dizayn edilmiştir. Bu
yapı, halkın halk tarafından ve halk için zorlanmasından başka bir şey
değildir. Marks’ın diyalektiği komünist toplumsal örgütlenmeye gidemeyecek
kadar kusurludur. Sürekli ‘tarihsel gelişim açısından’ lafı ile otoriter
kurumları doğallaştırmışlardır. Bizatihi kavramsallaştırdıkları ideoloji
mefhumunu kendileri araçsallaştırmışlardır. Önceki bütün devrimler gibi
Marksistler’de devlet mekanizmasını yetkinleştirmişlerdir, oysa onu Lenin’in
dediği gibi yıkıp, parçalamak gerekir. Buradaki dilemma, onu –yani devleti-
farklı bir formda tekrardan ayağa kaldırmaktır. Devlet ve onun ayrılmaz ikilisi
olan bürokrasi ve ordu toplumun üstündeki asalaklar takımıdır. Her toplumu
adeta mal bulmuş mağribi gibi sömürürler. İşte anarşistlerin en habis
düşmanları bu asalak takımıdır. Leninist devleti, bu takımın önünde secdeye
kapanmaktan alınları aşınmış insanlar oluşturur. O, Sovyet Devleti’ni bu
durumlardan tamamen azade düşünmektedir: “Feodalizmin
çöküşünden bu yana Avrupa’nın şahit olduğu burjuva devrimlerinin hepsinde bu
bürokratik ve askeri aygıt durmadan geliştirilmiş, yetkinleştirilmiş ve
güçlendirilmiştir. Özel olarak, köylülerin, küçük zanaatçıların, esnafın, vb.
üst kesimlerine halkın üzerinde yer almalarını sağlayacak görece rahat, huzurlu
ve saygın görevler tevcih eden bu aygıt aracılığıyla, küçük burjuvazi büyük
burjuvazinin safına çekilir ve büyük oranda ona tabi hale gelir.”
Ekim Devrimi burjuvanın kurulu düzenini topyekün değiştirdiği zannı ile bu düzenin temellerini tekrardan onamıştır. Makam ganimetlerini paylaşma motivi ile parti içi iktidar çatışmalarının tek sesli hale dönüşmesi ve beraberinde yürütme gücünün bahsettiğimiz asalak takımı ile doldurulması, yetkinleştirilmesi söz konusudur. Stalin’den hallice nobran olan bu takımın yekpare amacı, elitin her türden özgürlüğünü muhafaza etmektir. Oysa anarşistlerin ereği belirli bir sınıfın veya elitin değil, tüm insanlığın özgürlüğünü muhafaza etmektir. Bakunin’in şiarı, “İnsan ancak eşit derecede özgür insanlar arasında gerçekten özgürdür.”. Anarşistler için, devrimi yaratacak yöntem, Meslier’in sözünde cisimleşir; “Yeryüzünün bütün büyüklerini ve bütün soylularını rahiplerin bağırsaklarına dolayıp asarak boğalım; o büyükler ve soylular ki, yoksul halkı dolandırmakla ona eziyet etmekte ve onu sefalete sürüklemektedirler.” Ve Marks sosyalizmin bağırsak kurdudur! Modern devrimin asıl peygamberi Marks –ve orkestra arkadaşları- değil Bakunin ve anarşistlerdir. Bakunin için tüm devletlerin çıktısı şudur: “Devlet, sistem, baskı, sömürü ve adaletsizliği bir sisteme dönüştürür ve bunu her toplumun varoluş temeli haline getirir. Devlet asla bir ahlaka sahip değildir ve olamaz. Onun ahlakı yegane adaleti, öz savunma ve her şeye gücü yeten bir iktidara sahip olmadaki yüksek çıkarıdır. Bu, bütün insanlığın yapınmak için önünde diz çöktüğü bir çıkardır. Devlet insanlığın topyekün inkarı, bir çifte inkarıdır: İnsan özgürlüğünün ve adaletinin zıddı ve insan ırkının evrensel dayanışmasının şiddet içeren kolu.” .
MUSTAFA YURDAL
BÖLGESEL ANALİZ TOPLULUĞU
Yorumlar
Yorum Gönder