TÜKETİM VE GÖSTERİ TOPLUMUNUN ÖZ ÇOCUĞU: MODA
Hayatımızın tümünü kuşatan, kimi zaman sıradan faile yapışan, kimi zaman üst-sınıfların –burada ekonomik sınıfın- konumlarını, bedenleri dolayımı ile ifade etme biçimidir; moda. Bu kadar kapsamlı ve içinde belirli türden sosyal olguları barındıran moda, önemli bir kültürel pratik olarak ilgimi uzun zamandır çekmektedir. Bu olgunun kişileri patolojik boyutta etkilediğini doğrudan ve dolaylı olarak gün be gün gözlemlemekteydim. Bourdieu sonrası bilincimi sarsan –daha doğrusu çepeçevre saran özdüşünümsellik, yapısal süreçlerin –moda- beni nasıl etkilediğinin ayırdına varmama yardımcı oldu ve oluyor. Bu meseleye ilgili olma sebeplerimden bir diğer önemli itki, modanın benim üzerinde de olan etkisi. Tüketim alışkanlıklarıma etkisi: Küçük birikimlerimi giysi metasına dönüştürmek, kredi kartı ekstrelerimi dolduran ayakkabılar, ikonik markaların –Hype Label’ların- ürünlerini satın almak ve ona uygun aksesuarlarla kombini tamamlamak vs. Bir özne olarak bu aksiyonları almaya iten ne: Yapısal süreçler mi? Yoksa şahsına münhasır oluşturduğum ve özgürce rotası çizilmiş seçimler mi? Bu bağlamla araştırma nesnem, bir kültürel pratik olarak moda ve ona eleştiri oklarını, Klasik Marksizm ve Eleştirel Teori üzerinden doğrultacağım. İlgi ve çıkarlarımı beyan ettiğime göre “modanın tarihsel kökenine ve neliğine” bakalım.
Modernizm ile aynı etimolojik kökene sahip olan moda, onunla birlikte kavramsal varlığını kazanmıştır. Moda, Latince modus kelimesinden türemiştir. Birden fazla anlama sahip olan bu kelimeyi, burada bir tanım ile sınırlandıracağım. O tanım: sınırlanamayandır. Moda her yerde; evde, işte, okulda, alış-veriş merkezinde, televizyonda, sosyal medyada, gündelik dilde, akademik terminolojide… Akışkan bir Tanrı tasavvuru sunan moda; çoğu zaman sacred bir değer atfı taşır. Bu atfı, imamların ve/veya din adamlarının giysi pratikleri ile bedenin arzulanan bölgelerinin –erojen giysi ile kapatılması şeklinde kısırlaştıramayız. Ölen Tanrı’nın sembolik tezahürlerinin –din adamlarının giysileri, apolet, dini dövmeler, işaret dili vs.- de öldüğü bilinmektedir. Bu sembolün yerini tamamen seküler ve kitlelere ulaşmada dinden daha etkili olan, modernizmin çocuğu, moda almıştır. Bu anlatı sonrasında akla ilk düşen şimşek: Peki modernizm öncesi moda yok muydu?
Elbette vardı ama günümüz modasının içeriğini doldurabilecek, tarihsel ve maddi koşullar yoktu. Prekapitalist toplumlarda da belirli türden giysi/kıyafet pratikleri ve onlara yapışan –varlık kazanansembolik anlamlar vardı. Lakin geç kapitalist toplumlarda moda üretiminin büyük oranda kitleselleştiği, keskin sembolik anlamını yitirdiği ve kolay ulaşılabilir olduğu görülmekte. Bu olanaklar, pre-kapitalist toplumlarda olanaksız. Mesela Ortaçağ Avrupası, Floransa’da küçük bir zanaatkarsınız, giysi/kıyafet üretimi ev içinde hallediliyor. Evladiyelik ürünler, yama yapılarak gelecek kuşaklara aktarılıyor.
Günümüz kapitalizmi ile şekillenen modanın telkini, “Tamir etme, at!” düsturu ile işliyor. Bir diğer boyut, Ortaçağ toplumlarında giysilerin sınıfsal ayrımları bedenler üzerinde çok açık dışavurduğu. Silikon Vadisi’nde bir şirket CEO’su ile, arkadaşının düğün merasimine katılan biri arasında, giysiler üzerinden bir ayrım yapmak neredeyse imkansız. Belki ensesini kavrayıp, hangi marka olduğuna bakarak bir ayırma gidebilirsiniz ama vurguladığımız mesele “keskin ayrım”. Son boyut ise; modaya erişilebilir olma durumu. Evde öz emeğim ile bir ürün ortaya koymuyorum, doğrudan bir mağazadan, meta formunda satın alıyorum. Hatta fiziksel efor sarf etmeme dahi gerek yok; internetin gelişmesi ve işletmelerin akan ağızlarının, kar kokusunu duyumsayan burunlarının, burada ki pazar kapasitesini fark etmesi neticesinde kurulan sanal-marketler benim bir “tık” ile tüketme kolaylığımı sağlıyor. Ne kolaylık ama! İşte bu ayrımlar modanın bu tarihsel döneme özgü olduğunun kanıtı.
Marx’ın doğrudan bir moda eleştirisi olmasa da, teorisine içkin moda eleştirileri vardı. Bu bağlamda Marksist terminolojiden aldığımız kavramlar ile –yabancılaşma, sınıf mücadelesi, tüketim meselesi, meta fetişizmi- modayı değerlendireceğim. 19. Yüzyıl Almanya’sında burjuvaların modayı tüketme tarzları ile işçi sınıfının tüketme tarzı birbirinden oldukça farklıydı. Genç Karl Marx filminde Engels işçi sınıfı gettolarına gider, caddeye ve sokaklara girdiği anda herkes dikkat kesilir. Üzerinde pamuktan yapılmış gömlek, keten palto, deri eldiven ve altın köstekli bir saat. Bu örneği Engels üzerinden vermekte oldukça ironik. İşçi sınıfından olan kişilerin Engels’i fark edişleri –O’nu anlama biçimleri-, sınıfsal pozisyonlarının gereğidir. Köhne, kokan vücutlarının kirlettiği kıyafetler bir tercihten ziyade zorunluluk. Artı-değeri durmadan aşıran kapitalistin kullanıp köşeye attığı işçi, kıt-kanaat geçimini karşılarken, kendini kıyafetler üzerinden tüketerek değil, tüketmeyerek dışavuruyordu. Bu sınıf mücadelesinin bedenler üzerinden de nasıl işlediğinin bir diğer kanıtıdır.
Küçük bir parantez açmak istiyorum: Engels’in ilk sınıf mücadelesinin kadın-erkek arasında gerçekleştiğini söylemesi üzerine Viktoryen dönem örneği, iktidar ilişkilerinin moda üzerinden nasıl işlediğini, güç asimetrilerinin bedenlerde nasıl cisimleştiğinin ve beraberinde bu giysi/kıyafet biçimlerinin sağlığa –burada kadın sağlığına- ne derecede etki ettiği görülmektedir. Erkeklerin erotize ettikleri ve cinsel nesneye dönüştürdükleri, kadınların üzerine yapışan: Dar korselerin, kalça yastıklarının ve krinolinlerin sağlık açısından sonuçları oldukça büyük. Krinolinler geç yaşta bel hastalıklarına, kemik erimesine neden olması. Korselerin üremeye olan zararı vs. Son olarak bu ilk sınıf mücadelesi üzerinden vereceğim örnek: Doğu toplumlarında ki geyşa kültürü. Erkekler tarafından estetize edilen ve kadınlar üzerinden normlaştırılan ayak simetrisi. Kız çocuklarının doğduğu andan itibaren küçük ayakkabılar ile ayaklarını bu norma uygun şekillendirme, geçmişte oldukça yaygındı.Sağlığa olan etkileri pekala tahmin edilebilir.
Burjuvanın önemli mutluluk düsturu olan moda, işçi ile arasına hem sembolik hem fiziki olarak, giysi ile işçiyle mücadeleye girişir. Giysinin hammaddesi ve hangi şekilde kesildiği ve dikildiği bu mücadelenin araçlarındandır. Marx olsa olsa burada burjuvanın aciziyetini görürdü. Çünkü işçilerin metaların fetişizmine esir edilmesi için kurgulanan üretim süreci ve sonucu, doğrudan burjuvayı etkilemektedir. Niyetlenilmiş eylemin, niyetlenilmemiş sonucu- yüce Weber! Bu fetişizm her emtia üzerinden işlemekte –ama burada giysi/kıyafet ile sınırlandırıyorum-, özellikle kendi kuşağımın zihnini nasıl kuşattığı ve bu fetişizmin yakın arkadaşlarımı ve elbette kendimi nasıl ele geçirdiğini doğrudan deneyimlemekteyim. Fikri üretim araçları yani kitle iletişim araçlarının da burjuvanın tekelinde toplandığının farkında olarak, ne kadar geniş kapsamlı tüketim kuşatmasının altında olduğumuz görünürde. Reklamların artık ihtiyaç değil arzu sattığını, bizleri durmadan tüketime ittiğini ve kaçınılmaz olarak metalar üzerinden kendimize nasıl yabancılaştığımızı, Marksist gözlükler ile görünür kılıyoruz. Fight Club’ın bu ve benzeri eleştirileri sinema üzerinden izleyiciye aktardığını biliyoruz. Filmin bazı replikleri tüketim toplumuna ve meta fetişizmine doğrudan eleştiri taşır. Oldukça politik ve şiirsel yazılan iki tane fragmanı alıntılamak istiyorum: Dinleyin Sürüngenler! Sizler özel değilsiniz, sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz!
Tyler Durden’ın felsefesinin ana hatlarını oluşturan bu replik, Marksist terminoloji ile –meta fetişizmi ve gösterişçi tüketim ile- bağlantılı gözüküyor. Kişilerin öz, insansal değerlerine yabancılaşması;kendilerini metalar üzerinden değerlendirmesi bu fetişizmin tipik semptomlarıdır. Benliğin sunumu marka tüketimi ve tercihi üzerinden ifşa oluyor. Sosyal statü, ekonomik ve kültürel sermaye bu pratik üzerinden ifade kazanmakta. Son olarak şu replik, tüketim toplumunun topyekün insansal değer ve sorumluluklara ne derecede yabancılaştığını göstermektedir: Evet, biz tüketiciyiz. Tutkulu bir yaşam tarzının yan ürünleriyiz. Cinayet, suç, fakirlik bunlar beni ilgilendirmiyor. Benim için önemli olan magazin dergileri. 500 kanallı TV, iç çamaşırım da kimin adının yazdığı… Simmel’in moda eleştirisinin önemli uğraklarından olan “sosyal olguların ikincil yanı” meselesi araştırma için ehemmiyet kazanmakta. Bizler –tüketiciler-, hava şartlarından korunmak ve sağlıklı giysi tercihleri yapmıyoruz. Tükettiğimiz moda nesnesinin, hangi anlamı imlediğine bakarak tercih ediyoruz.
Bu ikincil yan, bizleri tüketime iten şey; işin tatmin edilemez tarafı, arzuların kol gezdiği, toplumsal uzamda bir çıkar beklentisi oluşturan yan. Marx’ı mutlu edecek bir tarafı da var modanın: isyan ve direniş pratiğinin giysiler üzerinden sembolize edimi. Punk kültürü buraya örnek teşkil edebilir. Çöp torbalarıyla, palyaço kıyafetleriyle, zincirlerle post-modern tüketim toplumunun neden olduğu esaret ve yoksulluk ironik bir biçimde dışa vuruluyor. İngiliz Punk topluluğu Sex Pistols, God Save the Queen adlı şarkısında şöyle diyor: “Biz çöp tenekesindeki çiçekleriz”. Punk giysileri arasında plastik çöp torbaları bulunuyor. Punk malzemeleri kasten kısa ömürlü, çöpe atılmalık olarak tasarlanmıştır. Hızlı tüketim nesnelerinin çöpe dönüştüğü kırılma çizgisinde kendini ifade biçimleri arıyor. Bu nedenle junk’tan (kullanılmış eşya, çöp vb.) oluşan bir dünya kuruyor kendine. Sonu elbette trajik, beklenen oluyor Punk kültürü de tüketim toplumuna entegre biçimde, meta pazarında peyder pey asimile oluyor. Gerçi Marx alt-kültürlerden –lümpen proleteryadan, sınıf dışından- pek hoşlanmazdı, sanırım bu olgu onu ne mutlu ne mutsuz ederdi.
Frankfurt Okulu ekolünün önemli birinci kuşak temsilcilerinden olan Adorno ve Horkheimer’ın kültür endüstrisi kavramının moda ile ilişkisi irdelenecektir. İkili yeni kurulan tüketim toplumunu analiz ederken oldukça karamsardırlar. Bu endüstriye hapsedilen birey tamamen belirlenmiştir ve çobankoyun ilişkisi bağlamında bir sağa bir sola savrulmaktadır. “Tüketici, kültür endüstrisinin bizi ikna etmeye çalıştığı gibi hükmedici ya da özne değil, aksine nesnedir”. Adorno burada failin salt yapı tarafından koşullandırıldığını ve bilinci dahilinde hareket etmediğini –tüketmediğini- ifade etmektedir. Birçok kimsenin benim dediği beğenileri, aslında kültür endüstrisinin dayattığı beğenilerdir. Bu noktada kültür endüstrisi dayattığı beğenileri öyle bir sunar ki, bireyi kendi beğenisi olduğuna inandırır. Bu koşullar altında kültürel ürünlerin bireyin beğenisine değil beğenmesine sunuldukları ifade edilebilir. Bu noktada birey kültür endüstrisi karşısında edilgendir. Beğenileri kitch (kültürel ürün) tarafından belirlenirken, bireyin ürünler üzerinde hiçbir söz hakkı yoktur. Kendi varlığını bir başka özne ve/veya nesneye bağımlı kılmış bir kimsenin özgür olduğunu ve bağımsız bir şekilde kendi aklını kullandığını düşünmek mümkün değildir. Bireyin istek ver arzuları baştan kültür endüstrisi tarafından belirlenmiştir. Bu durumda bireyin kendi tercihlerini yaptığı düşüncesi doğru değildir. Heidegger’in Das Man kavramı burada önem kazanmakta. Bireyin daha önceden seçme olanağının olmadığı, kendisini kendi olarak belirleyemediği, bütünlüğün bir parçası haline gelerek uyum sağladığı fikri, bu kavramın içeriğini doldurur. Yapısal ve nesnel süreçlere yapılan büyük atıf bizleri aptal hissettiriyor. Adorno’ya göre kendimiz gibi eylediğimizi düşünürken, aslında büyük ölçüde, kendi işlevlerimiz uzantıları olarak eyliyoruz. Buradan bakıldığında bireyler, kurulmuş bir saat gibi biçilen rolü yerine getiren mekanik parçalar gibidir. Bu durum Sisyphus mitosuna benzer.
Failler kendilerine düşen görevi harfiyen yerine getirirler, lakin hayatlarında emeklerinin dolayımı ile kazanılmış bir dönüşüm yoktur. Bu görevi tamamlama ve kazancın olmayışı, Sisyphus gibi sonsuz işkence ve ceza haline gelir. Bunun bedeli, totalitenin bir parçası olan bireyin kendi otonomisini yitirmesi, bir özne olarak edilgenleşmesi ve belirli bir benzerlik formuna hapsolması (2017: 70). Kültür endüstrisi yüce olan –sanat değeri taşıyan- her şeyi metalaştırmıştır. Bu basit olarak kurgulanan kitchler, piyasa için yaratılır ve tek ereğinin kar elde etmektir. Artık ne sanat için sanat tartışması vardır burada ne de sanat için toplum. Tek tartışma vardır: Para için sanat –tabi buna sanat denilirse-. Moda da diğer kültürel ürünler gibi bu işleyiş ve ilkelerin sonucu ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda moda tüketicileri, hiçbir zaman özgün beğenilerini ortaya koyamayacaktır. Hemen herkes adeta birkaç seçeneğin bileşiminde ibaret, turuncu tulumlarını giyen mahkumlar gibi: Zevkler ve renkler tartışılmaz! Sloganıyla, toplumsal uzam defilesinde yürüyor.
MUSTAFA
YURDAL
Yorumlar
Yorum Gönder