The Hurt Locker/Film Analizi
The Hurt Locker aslında Amerika'nın "militarist film" kalıplarına
gerek uyan gerek uymayan bir film. Konu olarak özgün bir yapıya sahip. Irak
savaşı esnasında bir Birleşik Devletler Ordusu Patlamamış Bomba İmha (EOD)
takımının Iraktaki son 38 gününün hikayesini anlatır. Daha önce hiç bomba imha
takımlarının yaşadıkları stres dolu anlar üzerine herhangi bir yapım
görmemiştik. Bu olayın askerlerin üzerine ne denli sirayet ettiğini bir nebze
de olsa göstermeye çalışan bir yapım.
Eleştirel bir dil
yakalayabilmesi için izleyiciye olanları tiratlarla ya da diyaloglarla değil de
görüntülerle baş başa bırakma yolunu tercih etmiş. Bu görüş açısını baz
aldığımızda sorun filmin eleştirel bir dil yakalayabilmek gibi bir derdi olup
olmadığıdır.
Başrolümüzde sanırsanız
Amerikan kovboy filmlerinden fırlamış; asi, maço, gözü kara, pervasız, umarsız
bıçkın delikanlımız Çavuş William James bulunmakta. Bu karakter Irağın
ortasındayken Battal Gazi edasıyla ağzında sigara ile beraber sinemaya gider
gibi bomba imha etmeye gidiyor. Burada karşımıza 1 soru çıkıyor, Çavuş James’e
bu öz güveni (ya da adı her ne ise) veren nedir?
Tabi burada ABD'nin
sosyo-politik durumunu da anlamak zorundayız. Dünya'nın birçok yerinde bir
şekilde savaşan bir ordusu var ve ABD halkı da artık gelen asker cenazeleri
nedeniyle önemli bir travma yaşıyor olabilirler mi? -Ki bu konu üzerine bir tez
bile hazırlanabilir- Ancak iyide o askerlerin Irak’ta neden var oldukları
sorusu ile ilgili hiçbir şey de söylemiyor ne yazık ki The Hurt Locker. Gel
gelelim oradaki askerlerde bunu hiç mi hiç sorgulamıyor.
Yönetmen ve senarist felsefe
yapan bir konumda bulunduğuna göre en azından buradaki askerlerin neden burada
olduğuna dair bir fikir ileri sürebilir.
Bu timin 38 günlük süre zarfı
içerisinde tehlike anlarına odaklanıp savaş atmosferinin gerginliğini
dramatikliğini hissediyor. Ve bunu seyircilere de hissettiriyorlar. Filmde
iyi-kötü, dost-düşman ayrımı sığ bulup tarafsızlık ilkesini bekleyen kesimler
olmuş. Çavuş James’in üniformasında Amerikan bayrağı olması bile başlı başına
bu ihtimalleri yerle yeksan ediyor. Lakin belki de film başka yaklaşımlar başka
şeyler anlatmaya çalışıyordur, ne dersiniz.
Filmin tam girişinde Chris
Hedge’in ‘’War is a Drug’’ cümlesi karşımıza çıkıyor. Aslında filmin
yönetmeninin ve başroldeki karakterin anlatmaya çalıştığı durum bu cümle. Çavuş
James’e de bu rehaveti veren zehir tam olarak bu.
Çavuş James, her gün ölme
tehlikesiyle burun buruna yaşamının insan aklına ve benliğine yaptıklarını reel
bir bakış anlatmaya çabalamış. Çoğunlukla Amerikan askerleri ön planda bulunsa
da ister istemez Iraklıların gözünden de görüyorsunuz savaşı, yani başlarında
askerlerin bomba imha etmeye çalışırken onlar derin bir umutsuzlukla izlemekte.
Bu olay onlar için yeni değil oldukça saltlaşmış bir gerçek haline bürünmüş.
Bombalar, silahlar trajedinin kokusu sokakların her tarafında mermi izleri o
toplum için günlük yaşamın bir parçası.
Çavuş James her gün bunları
yaşamaktan görmekten haz almaya başlamış bir karakter. O kaosun elçisi konumuna
geçmiş. Orduda aktif ve toprağa döşenen bombaların imha ederken ölümle raks
yapmak onun hiç mi hiç umurunda değil. Kış ayının derinliklerinde kalmış bir çiçek,
güneşi nasıl özlerse ona nasıl tutkunsa kendini güneşe olan özleminden
kopamıyorsa; Çavuş içinde de bu tarz bir tutku var savaşa karşı. Hatta filmin
bir karesinde arkadaşı çavuşa ‘’Senin bir
çocuğun bile varken nasıl yapabiliyorsun, her dışarı çıktığında yaşam ile ölüm
arasında zar atıyorsun farkındasın ne için bunu yapıyorsun’’ şeklinde bir
soru soruyor. Çavuşumuz ise ‘’Neden
böyleyim inan bilmiyorum’’ diyor. War is a drug olgusu James’in karakterine
kadife kadife işlemiş. Öyle ki bundan onun da haberi yok. Filmin En son
sahnesinde 1 yaşındaki oğluyla konuşurken ‘’Yaş
ilerledikçe şu anda sevdiğin pek çok şey gözüne bugünkü kadar özel görünmemeye
başlar. Benim yaşıma geldiğinde sevdiğin sadece 1-2 şey kalır. Bana bir tane
kaldı.’’
Evet film bir propaganda
yaparken bir yandan da savaş karşıtı durmakta. Filmin mesaj kaygısı savaş bir
uyuşturucu olduğu mesajıdır. Bu durum ise The Hurt Locker ‘ı yarı yarıya savaş
karşıtı yapmaya yeter. Ama şunu da unutmamak gerekir. The Hurt Locker o uyuşturucuyu
kimin temin ettiğine değinmiyor. Ve en son da elimizde muallakta kalmış bir
sorumuz var. O en büyük tedarikçi kim?
Klasik milistarist sığ bir
yaklaşımda bulunmadan senaryodan çıkarılabilecek ders budur. Kült bir savaş
filmi olarak anılmayacaktır. Çok sağlam bir senaryo denemez ama yine de bazı
değer yargılarını anlatmak gibi de bir derdi var.
Berkay Kuzu
Bölgesel Analiz Topluluğu
Yorumlar
Yorum Gönder